Âdem ile Havva'nın bu hikâyesi Tin Suresinin hakikatidir.
Âdem ile Havva’nın bu hikâyesi Tin Suresinin hakikatidir. Yani; Âdem; “Ruh” u temsil eder. Havva da “Nefsi, hevâ ve hevesleri” temsil eder. Fakat nefissiz, ruhun tekâmülü söz konusu değildir. Dolayısıyla Âdem’in tekâmül edebilmesi için, yani ruhun hakikatine erebilmesi için, yahut ruhun idrak sahibi olabilmesi için önce nefis gerekir. Nefis olacak ki; bir tekamül yolculğu olsun. Çünkü ruh, cennette idrak sahibi değildir. O mükemmelliğin içinde idrak edecek bir şey yoktur, çünkü her şey tekliktedir. Ruhun idrak sahibi olup, kendi kemâlatını anlayabilip, kendi kemâlatı vasıtasıyla Allah’a ulaşabilmesi için, “Dünya” denilen bu süflî âleme düşmesi gerekmektedir. Bunun için de Allah ona bir nefsâniyet, nefsânî vasıf vermiş; hevâ ve hevesleri ona hediye etmiştir. Bir bakıma “Âdem’in düşüşü” dediğimiz hâdise, aslında bir hediyedir. Çünkü idraksiz hayattan, idrakli hayata geçiş fırsatının nasip olduğu bir şeydir. Dolayısıyla Batı’nın anladığı anlamda; Hz. Âdem suçlu olmayıp, günah gibi gözüken ama “Ol ne günahtır ki imandan içeru” dediği Yunus Emre’nin, insanı hakiki imana götüren ve teklik ve birlikten çokluk âlemine getiren yaradılış sırrının mânâsı, Âdem ile Havva hikâyesinde anlatılmaktadır.
Yani balık denizin içindeyken, denizi idrak edemez; ancak denizden çıkması gerekir, denizi özlemesi için. Ancak sudan çıkan anlar denizin kıymetini. Bu mânâda Hazreti Âdem de, hevâ ve heveslerinin tesiriyle yasak meyveye tevessül etmesinin sonucu cennettten çıkarılması da dünyada iken cennetin özlemi ve kıymetinin anlaşılması bir manada hakikatin idrakidir. Mevlana Hazretlerine göre; aslında aşk olan elmayı ya da buğdayı, yani aşkın temsili olan meyveyi, kendisi de baştan aşağı aşkla yaratıldığı için, zaten almak ve yemek mecburiyetindeydi. Buna mukabil başka da bir şansı yoktu. Fıtratında bu yakınlık vardı; işte ezelî fıtratındaki bu yakınlık dolayısıyla, şeklen düşmüş gibi gözükse de, mânen tekrar yükselme fırsatını yakalamak için bir fırsat elde etmiştir. Bu bakımdan dünya bir lütuftur, cennet de dünyanın ayakları altındadır. “Cennet, anaların ayakları altındadır” hadisinin tezahürüdür bu. Hakiki ana ‘dünya’ dır ve bu dünyada cenneti bulmak için geliyoruz. Yani “Cennet”in kelime anlamı yaşamak ve idrak etmektir. Bunun için ancak insan, idrak ettiği sürece huzur ve mutluluğa kavuşur. İşte böyle başlayan bir hikâye, Arafat’ta biter.
Arafata gelince; “Arafat” demek, “Ârif olmak” demektir. Ruh önünde hevâ ve hevesler diz çöker, secde eder. Vücûd tekliğe dönüşür, çokluktan birliğe dönüşür ve Âdem kendi hakikatini öğrenir, kendindeki bütün isimlerin… Allah’ın bütün isimleri ona yazılmıştır, Allah yazmıştır bu isimleri… O isimlerin mânâlarını dünyada anlar, idrak eder. Allah’ın isimlerini öğrenir ve ondan sonra da vücudunda teklik oluşunca, “Ârif” olur. İşte haccın mânâsı da budur; hacca “Ârif” olmak için gidilir, ârif olmayan da hac yapmamış demektir.
Her vücûd giyen, kendisi suç işlese de işlemese de, her vücûd giymeden dolayı ‘iki’ye dönüşmüştür. Tek Allah varken ve O’nun içinde birlikte iken, vücûd giymekle ‘iki’ olmuştur ve ‘iki’ olmak küfürdür. Dolayısıyla insan vücudu aslında küfürdür. Fakat ‘ikilik’, ‘birliği tanımak ve idrak etmek için yegâne fırsattır. Mesela ‘ikilik’ ibadeti gerektirir; ibâdet, ‘ikilik’ olmazsa olmaz. Kimden kime ibâdet edeceksin? Dolayısıyla ‘iki’ olmalı ki ‘bir’i tekrar idrak edebilesin. Bunun için, hani günah varsa, orada ‘iki’ olmanın günahını taşır insan. O günahtan kurtulmak için ve tekrar birliğe dönmek için de yaşar. Ama bu günahta Âdem’in bir dahli yoktur; bu, olması gereken bir sürecin başlangıcıdır. Onun için Allah, Tin Sûresinde: “Ben, seni en mükemmel şekilde yarattım, sonra esfel-i sâfiline düşürdüm” diyor. Yani o düşüşten sonra tekrar yükselecek. O düşüş ki; hayırlı bir düşüştür. Sonuçta bir döngü var, nefsimizi terbiye etmek, tekrar Allah’a dönmek için yaptığımız bir yolculuk bu aslında… Çünkü nefis terbiye oldukça idrak artar. Nefsi, kendi varlığından ve egosundan geçtikçe idrak etmeye başlar. Emmareden levvameye geçtikçe, ilk idrak başlar ve idrak tekâmülde yükselir. Bu durumdaki nefis aslında ruhun ham hâlidir. Güneş asmadaki koruğu, yani tadı ekşi ve kekremsi olan ham üzümü olgunlaştırdıkça üzüm gitgide kararır, rengi koyulaşır ve gittikçe de tatlılaşır. Artık üzüm güneş sayesinde olgunlaşmıştır. Güneş de orada mürşid-i kâmili temsil eder.
Bir öğretmen, bir mürşid vasıtasıyla, yardımıyla insan olgunlaşır ve olgunlaştıktan sonra da tekrar ruh makamına yükselir. Çünkü her şey Allah’tan gelir ve Allah’a döner; nefs de Allah’tan ham halde tecellî eder ve tekâmüle muhtaçtır. İşte dünya nefsin terbiyesi için bir bir imtihan yeri ve bir fırsattır. Nefsin varlığı ve idraki dünyada anlaşılır ve dünyada kıymeti harbiyesi vardır. Diğer taraftan nefsin varlığı da büyük lütuftur. Çünkü vücutta tekâmül eden en büyük organımız nefistir; yeter ki tekâmül etsin, hayvânî vasıfları ile kalmasın.