HER ÜLKE DEMOKRASİ İLE YÖNETİLEBİLİR Mİ?
Bu başlıkla yazıya başlayınca çok su götürür bir durum ortaya çıktığının farkındayım. Bu yazının sonu gelmez. Eh, benim yerin büyüklüğü ve yazıların uzunluğu da belli. Anlaşılan o ki, kısaca değinebileceğim. Aslında ülkelerin karakterleri vardır. O ülkenin-bölgenin içindeki vatandaşların yaşama alışkanlıkları, tarihsel refleksleri, inanç şekilleri, ritüelleri kendi yönetim biçimlerini belirler. Demokrasi çok zor ve uzun zaman sindirilmesi gereken bir yönetim biçimi. Eğer kitleler bu kadar zamana sahip olamazsa ortaya bir diktatörlükten başka bir diktatörlüğü giden uzun ve yorucu bir yol çıkıyor. Yıllar önce bir espri okumuştum. Soru: Komünizm nedir? Cevap: Faşizmden faşizme giden uzun ve çileli bir yoldur. Rusya’nın çarlıktan, çarlık benzeri bir yönetime geçişini keskin dille anlatan bir kara mizah örneği.
Amerika’nın istilalar tarihi neredeyse tek tip. Kendisini hiç geliştirmiyor. Adeta elinde bir ‘patron’ var, hemen her ülkeye aynı elbiseyi dikiyor. Ama farkında değil ki, kimi ülkelerin insanları uzun boylu, kimi kısa, kimi zayıf iken, kimi şişman. Yani aynı elbiseleri bir türlü giyemiyorlar. Amerika, Japonya’yı işgal ettiğinde kendi sistemini uygulamaya koydu. Sonuç mükemmeldi. Piyasa ekonomisi, kapitalizm, demokrasi tam üstlerine uygun geldi. Aynı şey, Almanya’da da oldu. Ülkeyi federal sisteme göre düzenlediler, beş on yıl önce Hitler gibi bir canavarı seçen halk dünyanın en iyi demokrasilerinden birini üretir oldu. Üstüne yıllarca komünizm ile yaşamış olan Doğu Almanya’yı içlerine aldılar, Doğu Almanya da demokrasiye sahip çıktı. Üstelik şimdiki Başbakanları Doğu Alman kökenli. Kore de aynı şekilde. Ortaya kapitalizmin rüya ülkelerinden biri çıktı.
Ya sonrası? Afganistan’ı işgal ettiler. Güya seçim yapılır hale geldi. Bugün Afganistan’da demokrasi var diyebilir miyiz? Arada sırada seçimlerin yapılıyor olması demokrasi anlamına mı gelir? Sonra son zamanların en büyük Amerikan işgali: Irak. Gerçekten ne düşünüyorlardı merak ediyorum. Irak’a demokrasi gelecek ve herkes kardeş kardeş yaşıyacak mıydı? Durum ortada. Her gün patlayan bombalar, iç çatışmalar, ülkenin yarısının silahlı bir terör örgütü tarafından işgal altında tutulması hep bu “Aynı patrondan elbise dikilmesi çabası yüzünden.” Şimdi yeni bir haber okudum. Amerikan orduları Bağdat’a girerken bir Iraklı eline balyoz alıp Saddam heykelini kırmaya başlamıştı. Bu Iraklının adı Kadum Şerif Hasan el Caburi idi. Bir dönemin sonunun geldiğini anlatıyordu bu görüntüler. Şimdi bu kişi BBC’ye bir röportaj vermiş ve çok pişman olduğunu söylemiş. “Biri gitti binlercesi geldi yerine” demiş. İşte aslında anlatmak istediğim de tam bu.
Bırakın ütopik teorileri. Kabul etmek sorundayız ki, kimi toplumlar için demokrasi kültürü henüz daha oluşmamış durumda. Bütün çabalar sonucunda ancak ortaya “Demokrasi gibi” denebilecek sistemler çıkıyor. Onlar da yürümüyor işte. Mısır’da demokrasi denemesi yapıldı. Arap coğrafyasında belki de kültürel altyapısı en gelişmiş ülke olan Mısır’da yaşananlara bir bakalım ne olur. Aslında olan, Suudi Arabistan bir yandan, körfez ülkeleri diğer yandan, Amerika’nın da onayıyla bildiğin darbe yapıldı iki dakikada. Halk da sahip çıkamadı. Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık diktasından sonra, çok kısa bir dönem “Demokrasi gibi” yaşandı. Sonrası belki de Sisi’nin ömrü kadar sürecek yeni bir dikta. Suriye’ye hiç değinmiyorum bile. Diyeceğim o ki bazen, hani bir söz vardır: “Çalışıyorsa dokunma” diye. Hani bazen çok iyi düşünmeden kör-topal da olsa çalışana dokunmamak mı lazım acaba?
Her saldırı aynı saldırı mı?
İçimi acıttı. Üzüldüm. Ne oldu ülkeme? Eskiden de tek tük olurdu ama teknolojinin gelişimiyle birlikte şimdi görür hale mi geldik acaba? Allahtan çok yaygın değil. Ama bir çuval pirincin içindeki siyah taş gibi dikkati çekiyor işte. Ve dikkatten kaçarsa dişimizi kırma tehlikesi var. Olayı biliyorsunuz. İstanbul Fatih’te iş yerinin önünde sigara içen Gökay Çetin ramazanda sigara içtiği için yoldan geçen Ufuk T.’nin yumruklu saldırısına maruz kalıyor. Beyin kanaması geçiren Çetin 9 gün tedavi görüyor. Saldırgan da serbest bırakılıyor. Muhtemelen tutuksuz yargılanacak.
Öncelikle bu konuyla ilgili bir kaç duruma dikkat çekmek istiyorum. Yukarıdaki paragrafta yasa gereği saldırganın soy adını baş harfi ile veriyoruz. Çünkü henüz suçu kesinleşmemiş. Saldırıya uğrayanın adını ise tam olarak yayınlıyoruz. Çünkü yasa onu düşünmemiş maalesef. Böylesi bir konuda hangisinin adını gizlememiz gerekir gerçekten? Diyeceksiniz ki, “Siz de yayınlamayın o zaman” Haklısınız. Ama bu çarpıklığa da dikkat çekmek için adını tam yazmam gerekiyordu. Üstelik saldırıya uğrayanın adı her yerde afişe olmuş durumda. Güvenlik kamerası görüntülerini izlediyseniz, yumruğu vuran Ufuk T., yumruğu yiyen Gökay’ın neredeyse tam iki katı. Gelip aniden yumruğu vuruyor ve Gökay yere yığılıveriyor. Başını, dayandığı otomobile çarpıyor. Bu sırada saldırgan panik oluyor. Çünkü yaptığının yanlış olduğunu biliyor. Biraz önce dövdüğü çocuğun başına gidip ayıltmaya çalışıyor. Korku, hissediliyor.
Bence bu saldırının en önemli sorusu da şu olmalı: Her saldırı aynı saldırı mı? Diyelim ki, yolda giderken birine çarptım, o da bana laf etti. Kavga ettik. Birimiz dayak yedi. Bu bir adi saldırı. Pekiyi diyelim ki, yolda yürüyen bir Afrikalı gördüm. Veya Arap bir turist. Ya da Suriyeli bir mülteci. Derisinin rengini, giysisini, dilini sevmedim. Saldırdım. Bu ilki ile aynı şey mi? İkincisi tartışmasız bir nefret suçu. Dolayısıyla bunu ele alan başka bir yasa maddesi olmalı değil mi? Basit bir saldırı ile, nefret suçunu ayıran çizgi de bu. Toplum hemen her konuda ikiye bölünmüş durumda. Bu konuda da “Dayağı hak etti” diyenler çıkacaktır muhakkak. Ama sokakta dolaşan insanlara “Din polisi” yetkisi mi verdik? Ayrıca hadi saldırgan inancından dolayı “Hassas”tı diyelim. Bunu hafifletici neden sayacaksak, mesela: Vahabilerde mezarlık yok. Dolayısıyla mezarlık ziyaretlerine de hiç “Sıcak” bakmıyorlar. Ama bizim en önemli geleneklerimizden biri. Aynı şeyi bir Vahabi yaptığında benzer tepkiyi verebilecek miyiz? İnanç hassasiyeti, tabii ki önemli. Ama bu hassasiyetimizi saldırarak mı dile getireceğiz. Eğer öyle olacaksa, Suriye’de yaşananlardan ne farkımız kalacak?