AMİGOLAR FUTBOL OYNAYAMAZ
Çetin Altan’ın bir sözü vardı: “Devleti seveceksin diyorlar. Ben niye devleti seviyim. Devletim beni sevsin” diye. Bizim genetiğimizde böyle birşey var. Devlet kutsaması. Bunun temelinde Freudyen bir yaklaşımla baba ve aile kutsaması yatıyor. Bizim için bunlar kutsal değerlerdir.
Tartışılamaz bile. İşte bu değerler evrilip, devlet kutsamasına dönüşüyor. Aslında olması gereken bireyin kutsanmasıdır bana göre. Tabii ki aile önemlidir, tabii ki toplumsal düzen önemlidir. Ama hepsinin temelinde birey yatar. Devlet insan için vardır. Aile, içindeki bireyler olmadan var olamaz. Buradan yola çıkarak takım sevgisine hatta kutsamasına gelmek istiyorum. Aslında hayatımızda, evimize götürdüğümüz ekmekte hiç de payı olmayan futbol takımları kimilerimiz için tırnak içinde kutsanacak şeyler haline geliyor. İnanın anlayamıyorum. Ama benim anlamamam bu gerçeğin olmadığı anlamına gelmiyor. Durum bu.
Şimdilerde transfer dönemi ya ağzım açık takip ediyorum. Sorum şu: Bir futbolcu takımını ne kadar severse sevsin eğer yeterli gelmiyorsa ilk 11 de yer alabilir mi? Cevabınız “Hayır” di mi? “Ama gerçekten seviyor. Takım sevgisinden uyuyamıyor bile” desem, cevabınız değişir mi? Değişmez. Demek ki takım sevgisi ile iyi futbolculuk arasında doğrudan bir bağlantı yok. Öyle olsa sahada amigolar futbol oynar. Profesyonel futbol takımları profesyonel futbolcularla çalışır. Yani kimin hangi takımı tuttuğunun zerre kadar önemi yoktur. Kimin nasıl futbol oynadığı önemlidir. Aksi olsaydı, hiç yabancı futbolcu almamak lazımdı.
Eğer futbolcunun takım sevgisi oynamak için yeterli gelmiyorsa, gelin tersini düşünelim. Takım da gerçekten iyi olan futbolcuyu sevmek zorunda değil mi? Futbolcudan beklediği bağlılığı kendisi de göstermemeli mi? Niye kurum bağlılığı bireyden bekliyor da kendisini aynı sorumlulukta hissetmiyor, adı üstünde profesyonel futbolculardan fedakarlık bekliyor. Yöneticiler kolayını bulmuş. “Takımın çıkarı için” diyorlar. Bu “Çıkarı için” lafını o kadar çok duydum ki artık neredeyse anlamı kalmadı. Her grup, grup çıkarını öne alarak birey çıkarını yok edebileceğini düşünüyor. Biz insanız. Sürüler halinde yaşamıyoruz. Bir futbol takımının gerçek çıkarı hak edecek oyuncuya yer vermektir. Yöneticilerin “Bakın ona istediği şeyleri vermedim. Takımın çıkarını korudum. Ama şampiyon olamadım” diyemez.
Aynı şekilde hiç bir olağanüstü yeteneği olmayan, sadece bedava olan takım sevgisiyle futbolculara yüklenen taraftarlara da değinmek istiyorum. Tamam takımınızı seviyorsunuz. Bunun size herşey hakkında söz söyleme hürriyeti verdiğini düşünüyorsunuz. Ama bu küfür-kafirler ne oluyor? Manavdan domates alırken bile seçmeye alışık bir toplumda profesyonel bir futbolcunun takımını seçme hakkı yok mu? Tıpkı takımın istediği futbolcuyu seçme hakkı olduğu gibi.
İstanbul’un modern ulaşım tarihi
İstanbul trafiğinin özel şifreleri vardır. Yola çıkılacak saatler, hangi zaman hangi yolların tıkalı olacağı bunun başında gelir. Bunları bilmezseniz zaten evden 2 sıfır yenik çıkarsınız. Sonra tamir edilen yollar, servis araçlarının nerelere yasadışı part ettiği ve son zamanlarda kentsel dönüşüm nedeniyle beton kamyonları tarafından tıkananları da bilmek lazım. Sabah saatlerinde bütün bunları düşünmek zorundasınızdır. İBB’nin trafik uygulaması en iyi dostunuzdur. (Ama açıkçası bazen yanıldığını da gördüğüm oluyor.)
Mesela yolunuz köprülerden birine düşecekse daha da özenle hazırlanmalısınız. Öncelikle saat çok önemlidir. Sonra, hangi şerit daha hızlı akar? Hangi katılımda şerit kısıtlaması vardır? Nerede polis bekler? Nerede emniyet şeridine kesinlikle girmemelisiniz? Bütün bunları bildikten sonra, yol durumunda yapmanız gerekenlere sıra gelir. Öncelikle halk otobüslerininin arkasında kesinlikle durmayın. Çünkü ne zaman ne yapacakları hiç belli olmaz. Aniden yol ortasında bile fren yaparlar. Şoförler dikiz aynasına bakmadan hareket eder. Sizi mutlaka sıkıştırır. Halk otobüslerini minibüsler takip eder. Hatta trafiği terörize etmek adına birinciliğe yarışır. Minibüs şoförleri hemen heryerde durup kalkabilir. Yolcuları da buna inanır. O yüzden heryerden binerler, her yerde inerler.
Minibüslerin ardından taksiler gelir. Taksiler yani taksici esnafı neredeyse hiç bir kurala aldırmaz ama herşeyden şikayet eder. En çok şikayet ettikleri ise kendi meslektaşlarıdır. İsterseniz deneyin. “Sizin taksiciler çok kötü araç kullanıyor” deyin birine. Sizden daha çok yakındıklarını görürsünüz. Bu taksiler ateş pahasıdır. Daha doğrusu plakaları. 1,5 milyon ile 2 milyon lira arasında fiyatları vardır. Çok ciddi rakamlar bunlar. Parası olan çoğu kişi plaka alır sonra kiralar. İster günlük ister vardiya olarak. Saat 15.30-16.00 arası taksi bulamazsınız. Çünkü mesai değişikliği saatidir. Hepsi bir yere araç teslim etmeye gidiyorlardır. Arabalar, bakımsız hatta pistir. Trafikte eğer bir taksinin arkasına düştüyseniz içine bakmalısınız. Eğer müşterisi varsa sakin gider. Siz de kısmen güvenli sayılabilirsiniz. Ama içi boşsa “Uzak durun” derim. Nereye kıracağı, nereye sapacağı hiç belli olmaz. Ani frenlerle kazaya yol açmaları çok muhtemeldir.
Taksicilerin ardından ise sıra kartallar gelir. Markası kartal olan eski tip steyşın araçlardan bahsediyorum. Bunları kullananlar ne hikmetse genellikle daha kural tanımaz, kendine Müslüman şoförlerdir. Ciddi başına buyruk giderler. Başkalarını dikkate almazlar. Servisler ve servis şoförleri başka bir derttir. Okullara veya iş yerlerine servis attıktan sonra, herhalde fazla yakıt tüketmemek için en yakındaki bir yolu iptal ederler. Önce biri park eder, sonra bir bakmışsınız üç gün içinde orası bir servis parkı olmuş. Neredeyse yoldan geçemezsiniz. Bu araçlar sanki görünmezdir. Çünkü polis hiç bir şekilde bunları görüp bir işlem yapmaz. Akşam saatlerinde bu kez tersi göç başlar. Servis araçları okulların ve iş yerlerinin önüne dizilir, trafiği felç eder ve taşıyacakları insanları beklemeye başlar. İşte size yılların tecrübesiyle İstanbul’da araç kullanmanın şimdiye kadar yazılmamış tüyolarını verdim. Beni dinlerseniz sağ salim evinize ulaşırsınız.
TV programından haber olur mu?
Normalde olmaz. Ama Türkiye’de olur. Televizyon programı yayınlanır, isteyen herkes de izler. Ama bizde sanki futbol maçı gibi üzerine kritik yapılır. Bu programlar için ayrıca tartışma programları düzenlenir. Herkes olmuş bitmiş birşeyin üzerine konuşur. Bu reality programları için de böyledir, diziler için de. Aile sohbetlerinde bile diziler veya programlar konuşulur. Normal şartlarda hayatımızın çok kısıtlı olmasının işareti midir bu acaba? Düşününce öyle geliyor. Bir sinema bileti 20-25 lira. İki çocuklu bir aile 100 lira bilete verecek, üzerine yol parası birşeyler yiyecek çıkacak en az 200 liraya. Bu ciddi bir rakam. Çaresiz kalıyoruz bizim emektar televizyonlara. Lokantalar ateş bahası, haftasonları bütün yeşil alanların mangalcılarla dolması bu yüzden. Ciddi bir sosyal etkinlik. Aile bir arada eğleniyor. Ne güzel ama yine bütün işi kadınlar yapıyor. Mangal yakan erkeğe düşen iş değil. Velhasıl kelam, biz bize benzeriz.