ESKİ DÜŞMAN DOST , ESKİ DOST KÜSKÜN , KÜSKÜN MÜTTEFİK KIRGIN
PKK marksist bir harekettir. Kendi jargonuyla “Halkların kendi kaderini tayin hakkı”’nı savunur. Zaten adının açılımı da, “Kürdistan İşçi Partisi”dir. Bu isimde sağcı bir parti gördünüz mü? Sonraları kongrelerde falan “Marksizm’i bıraktık” dediler ama, bu öyle vejeteryan olmak gibi “Et yemeyi bıraktım”’a benzemez. Kitlesi büyük çoğunlukla sosyalisttir. Bunu iyi veya kötü olduğunu belirtmek için anlatmıyorum. Sadece durum tespiti yapıyorum. Bu sosyalist yapı ve sosyalist kitle şimdilerde geçmişte küfür ettikleri Amerika ile birlikte mücadele ediyor ya ona şaşıyorum. Bir zamanlar bu kitleye göre her kötülüğün başı Amerika iken nasıl oldu da “Biji Serok Obama” ya döndü?
Şimdi Amerika ile PKK’nın Suriye uzantısı omuz omuza savaş ediyorlar. Burada maharet silahı alınca “Emperyalist” düşmanıyla iş birliği yapan PKK’da mı? Yoksa ihtiyacı olunca “Marksist düşmanıyla” kolkola giren Amerika’da mı bilemedim. Demek ki söylemler, şartlara göre değişiyor. Bir daha değişmeyeceğinin garantisi ne?
Elin silahıyla gerdeğe girmek
Ünlü Johnson mektubunu bilirsiniz. Bilmiyorsanız da ne olur öğrenin. Uzun uzun anlatacak yerim yok. İşin özeti, Amerikan başkanı Johnson, Türkiye Kıbrıs’a müdahale edeceği zaman devrin Başbakanı İnönü’ye bir mektup yazarak Amerikan silahlarını kullanamayacağımızı belirtmişti. O yüzden Kıbrıs müdahalesi yıllarca gecikti. Silah ticaretinde öyle, “Parasını verdim aldım. İstediğim yerde kullanırım” yoktur. Bu başkasının silahlarını kullanmanın bedelidir. Sonraları PKK mücadelesi başladığında bir benzerini bu kez Almanlar yapmıştı. Bize verdikleri tankları Güneydoğu’da kullanmamızı yasaklamışlardı. Üstelik başka bir ülke ile de savaşmayacaktık. İç güvenlik önlemi olarak kullanacaktık. Bu engel yüzünden Alman tankları Birinci Ordu Bölgesi’nden yani Trakya ve civarından çıkarılamıyordu.
Başkasının silahına muhtaç olmak gerçekten bir ülke için zul. O yüzden hep içimden geçirmişimdir, “Bu kadar bina yapacağımıza, milli silah sanayimizi kursak ya.” Durun hemen atlamayın. Elbette biliyorum aynı şey olmadığını. Sadece kaynak ayırmaktan bahsediyorum. Bizim ihtiyacımız olan ne? Uçak gemisi yapalım demiyorum. Veya nükleer denizaltı. Yada kıtalararası balistik füze. Bizim ihtiyacımız olan, helikopter, tank, zırhlı araç, insansız uçak falan. Yani çevremizdeki tehditlere yeterli gelecek silahlar. Neyse ki bu konuda çok umut veren gelişmeler var. Umarım milli silahları destekleme konusundaki tutum devam eder.
Hamd olsun
Askeri birliklerde her yemekten önce bir dua edilir. Güzel bir gelenektir. Bir kişi yüksek sesle söyler emir tekrarı gibi bütün birlik bir kez daha tekrar eder. Duanın bir bölümünde “Tanrımıza hamd olsun” denir. Mersinde bir kişi TBBB Dilekçe komisyonuna başvurarak duadaki “Tanrı” kelimesinin yerine “Allah” denmesini istemiş. Komisyon talebi Milli Savunma Bakanlığı’na sormuş. Bakanlık, TSK’da yemek duası uygulamasının yıllardır devam eden yerleşik bir uygulama olduğu değerlendirilmiştir” yanıtı göndermiş.. Komisyon, dilekçe ile ilgili başka bir işlem yapmama kararı almış. Ben askerliğimin bir bölümünü hayli geçkin bir yaş ve hayli biriktirilmiş bir göbekle birlikte Bingöl’de yaptım. 1994 yılında. Terörün en azgın olduğu yıllardı. Hatta 33 silahsız erin kurşuna dizildiği tarihten sadece 3 ay sonraydı. Üstelik aynı yerdeydi.
Bu haberi okuyunca aklıma geldi. Bu durum o zaman da vardı. 22 yıl önce yani. Belli ki benden önce de vardı, sonra da olmuş. Asker büyük yemek salonlarında toplanır ve duaya katılırdı. Duanın tartışmaya konu olan bölümü geldiğinde, yüksek sesle bağıran asker “Tanrımıza hamdolsun” derdi. Kalabalık ise sanki o öyle dememiş gibi “Allahımıza hamdolsun” diye bağırırdı. Her gün her yemekte bu durum tekrarlanırdı. Pekiyi böyle olunca ne olurdu: Hiç birşey. Ne komutanı, ne başka bir rütbelisi hiç birşey olmamış gibi davranırdı. Sakince ve sessizce yemek yenirdi. İster misiniz şimdi yeni bir tartışmamız olsun? “Tanrı” mı, “Allah” mı diye? Çokta gereksiz bir zamanda.
Tel maşa ünlüler ve iki kişilikli ülkem
Andy Warhol’un bir lafı vardır? “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacaktır” diye. Bu ün tuhaf birşey. Bunca yıl televizyonculuk yaptım nice koç yiğitleri yerle bir ettiğini gördüm. Nice kadın ün uğruna acayip şeyler yapmak zorunda kaldı. Bir İtalyan filmi izlemiştim. Kara mizahtı. Sıradan ve hatta sıkıcı bir adam bir gün basının takip ettiği bir olayın yanından geçerken bir anda bütün kameralar kendisine yönelir ve “Sabah kahvaltısında ne yediniz?” diye sorar. Adam cevap verir? “Pastırma.” Muhabirler kameralara döner ve anonsa başlar: “Flaş flaş, kahvaltıda pastırma yemiş” diye.
O, sıradan adam ünlü olmuştur artık. Her yerde basın ordusu tarafından takip edilir. Film bu kişinin hayatının nasıl değiştiğini ortaya koyar. Görüldüğü her yerde sorarlar, : “İç çamaşırınız ne renk?” Sonrada verdiği cevabı dünyanın en önemli haberiymiş gibi yazarlar veya anons ederler. Sonunda bir gün gazetecilerin ilgisini bir başkası çeker. Bir anda kahramanımızı terk edip başka birini takip etmeye başlarlar. İşte bugün ülkede yaşadığımız bu. Bir tarihte filanca naylon ünlü ile birlikte olan filanca gencin yeni sevgilisi bile haber olur hale geldi. Ülkemiz çift kişilikli gibi.
Bir yanda terör, bir yanda bu garip mi garip insancıkların haberleri. Eskiden birşeyin sahte olduğunu belirtmek için “Tel maşa” tabiri kullanılırdı. Ben bu ünlülere “Tel maşa” diyorum. Hadi onlar bu durumu malzeme olarak kullanıyor. Biz neden yapıyoruz? Hadi biz gazeteciler yapıyoruz, siz neden takip ediyorsunuz? Televizyonlarda veya gazete sayfalarında terörden hayatını kaybedenler ile bir eğlence yerinden çıkan tel maşa ünlüler yan yana yer alıyor. Bu normal birşey olamaz. Hep birlikte çıldırıyoruz herhalde.