İstanbul
Parçalı az bulutlu
14°
Ara

MİNEL BAB İLEL MİHRAB

YAYINLAMA:

Almanya’nın “Soykırım” kararını alması ve sonrasındaki tartışmalar bana çok tanıdık geldi. Bunu kim bilir kaç kez yaşadık. Gösteriler, mal boykotları, ateşli nutuklar vs. Şimdi soğukkanlı olma zamanı. Bu siyasi bir karardır. Çünkü bir parlemento tarafından alınmıştır. Parlementolar siyasi organlardır. Siyasi kararlar yine siyasi kararlarla değiştirilebilir. Tarihsel gerçekler ise değiştirilemez. Gerçek her ne ise gerçektir. Ama kesin olan bir tek şey var, Almanların meclisinden geçen kararda “Türk-Ermeni yakınlaşmasını destekleyelim” gibi laflar var. Bu Almanlar saf mı? Yoksa kasıtlı mı? Bu karar sonrası kesin olan tek şey böyle bir yakınlaşma olacaksa bile bunun Almanya’nın dışında olacağıdır. Türkiye bu konuda bundan sonra Almanlara ne bir söz hakkı verir ne de araya karıştırır.

Bu kararın Ermenistan’a da bir hayrı yoktur. Daha önce bazı ülkeler benzer kararlar aldı da ne oldu? Ermenistan’ın milli geliri mi arttı? Boyu mu uzadı? Sadece psikolojik olarak mutlu olmuşlardır. Bu da hayatın gerçekleri karşısında yok olur gider. Kimi Ermeni yönetimleri de halkına dönüp, “Sizi zenginleştiremedim, en büyük ve etkili sınır komşumuzla kavgalıyız, sınır kapılarımız bile kapalı ama bakın bir ülke daha soykırımı tanıdı” propagandası yapar. İlk paragrafta bahsettiğim boykot tartışmaları bana Refik Halit Karay’ın Minel Bab İlel Mihrab kitabını hatırlattı. Karay anılarını derlediği kitabının bir bölümünde Bosna Hersek’in Avusturya Macaristan tarafından ilhakı sırasında yaşananları anlatır.

Kamuoyu bu olaya çok sinirlenmiştir. Gösteriler yapılır. Ve ilk kez Avusturya mallarına karşı boykot dillendirilir. Boykot kararı da alınır. Ama neyi boykot edeceğiz? Sonra fark edilir ki her müslüman erkeğin kullandığı fes Avusturya’da üretilmektedir. Bu yüzden de fes boykotu yapılır. -)) Başlıklar değişir, fes yerine kalpak giyilmeye başlanır. Daha sonra Avusturya Macaristan veliahtının Bosna-Hersek topraklarında öldürülmesi de kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Yani bazı olayların tam olarak anlaşılabilmesi için zamana ihtiyaç var.

Muhammed Ali’yi neden sevmiştik?

- Öncelikle adından dolayı: Türkiye’de erkeklere verilen ilk üç isim, sırasıyla Mehmet, Mustafa ve Ali’dir. Belki Müslüman toplumlar içinde oransal olarak en yoğun şekilde bu isimleri kendimize alarak bu kutsal kişilerle özdeşleşme çabası gösteren, bunu bir sevgi yansıması olarak gören en önemli ülke biziz.

- Hep galip gelirdi: Gerçekten de neredeyse her maçını kazanırdı. Bir gururdu bizim için. Sanki biz dünya ağır siklet boks şampiyonu olurduk.

- Güreşi tahtından indirmişti: Bizim milli sporumuz güreştir. Ama Muhammed Ali’nin şampiyonluk dönemlerinde güreş yerini bir başka bireysel mücadele sporu olan boksa bırakmıştı. Adeta Yaşar Doğu gitmiş, Muhammed Ali gelmişti. Hepimiz “Abandone nedir?” öğrenmiştik. “Aparkat nasıl vurulur?” bilirdik.

- Çok delikanlıydı: Gerçekten bizlerin olamayacağı kadar delikanlıydı. Koskoca Amerika’ya kafa tutmuştu. Öncelikle siyahtı. Sonra Müslüman’dı. Sonra savaş karşıtı idi. Yıllarca bokstan uzak kalma bahasına doğru bildiğini söyledi.

- Neşeli ve gösterişliydi: Sadece dövüş etmezdi. Tribünlere oynardı. Ayak hareketleri, atasözü tadında lafları çekiciliğini arttırırdı. Ringde sadece dövüşmez adeta dans gösterisi yapardı. Rakibini yenmekle yetinmez, izleyenlere görsel bir şölen sunar ve biraz da bu yolla rakibini psikolojik olarak da ezerdi.

- Müslümanlığını açıkça söylerdi: Muhammed Ali inancının altını özenle çizerdi. Onun bu açık yürekliliği hepimizi mutlu ederdi. Amerika gibi bir Hristiyan toplumda medeni anlamda bu derece cesur olması bizi yüreklendirir, mutlu ederdi.

Kahramanımızdı: Muhammed Ali hiç şüphesiz bir Amerikan kahramanıydı. Kimi zaman Amerika’nın tüm yerleşik değerlerine karşı çıkmış da olsa o bir Amerikalıydı. Ama o bir Müslümandı da. Bu yönüyle bizimdi. İnanç konusunda tek bir milletin olduğuna inanan Müslümanlar için bu durum sevincimizi arttıran bir başka unsurdu. Muhammed Ali Müslüman olmamış olsaydı da yine de sever miydik? Bence yine de severdik. Çünkü mazlumdu ve bireysel mücadelesiyle en tepeye çıkmıştı. Gerçekten iyi bir sporcuydu. Üstelik Müslüman olduktan sonra bile Müslüman olmayanlar onu niye sevmeye devam ettiyse bir de o yüzden onu çok severdik. Doğru bildiği gibi yaşadı. Allah rahmet eylesin.

Boksla gelen hastalık: Parkinson

Muhammed Ali tam 32 yıldır Parkinson hastası idi. Bu hastalıkla mücadele etti. Tam 32 yıl süren bir dövüştü onunki. Parkinson kötü bir hastalık. Beynin alt kısımlarındaki gri cevher denilen çekirdeklerinin bozukluğuna bağlı bir sinir sistemi hastalığı. Adını hastalığı ilk defa 1817'de titremeli felç olarak tarifleyen James Parkinson’dan almış. Binde bir sıklıkla görülen, müzmin, ilerleyici, tedavisiz iyileşmeyen bir hastalık. Temel bozukluk, koordine hareketleri düzenleyen beyin bölümlerinde yaşanıyor. Hastalığın temel belirtileri titreme, sertlik ve hareketlerin yavaşlaması. Titreme ilk ortaya çıkan belirti. Başlangıçta genellikle tek elde görülüyor. Boks sırasında kafaya alınan her yumruk beyinde çok büyük tehlikeler oluşturuyor. Ali’nin Parkinson hastalığının sebebi de işte bu kafaya alınan yumruklar. Bu yumruklar yüzünden beyin erken yaşlanıyor. Kask takılsın takılmasın kafaya isabet eden her darbe beyin damarları ve hücreleri üzerinde şok etkisi yaratıyor. Kafaya isabet eden darbeler sırasında beynin kılcal damarlarında kan sızmaları oluyor. Bu kan sızmalarının zaman içinde artması beyin içindeki bağlantı yollarını yavaşlatıp pusuda bekleyen hastalıkları ortaya çıkarıyor.

Yeni hastalığımız “Dizi manyaklığı”

Ben adına “Dizi manyaklığı” diyorum. Daha ziyade kadınlarda nüksediyor. Dizi yıldızlarına hayranlık büyüyor, büyüyor, daha sonra bir nevi takıntı halini alıyor. Dizinin çekildiği mekanlar ve yıldızları adeta hareleniyor. Bir süre önceki bürom Çengelköy’de idi. Tesadüf eseri de “Binbir Gece” dizisinde kullanılan bir mekandı. Kaç kere şahit olmuşumdur. Türk veya Arap fark etmez. Kadın grupları sessizce kapıdan içeri girmeye çalışırlardı. Bütün amaçları dizinin çekildiği yeri görmek, orada biraz vakit geçirmek ve fotoğraf çektirmekti. Bir ara öyle arttılar ki işimizi yapamaz hale gelmiştik. Bunu yapanların hepsi kadındı. Bir tane bile erkek gelmedi. Üstelik bu kadınlar sadece Türkiye’den de değildi. Araplar en az Türkler kadar fanatik izleyicilerdi. Onlar uzaktan gelmelerinin etkisiyle olsa gerek daha da bir ısrarcıydılar.

Neyse aradan biraz zaman geçti dizi biraz unutuldu da biz de rahat ettik. Şimdi görüyorum ki dizilerin çekildiği mekanlar turistik turların bile konusu oluyor. Boğaz hattında teknelerle tur yapan şirketler, özellikle yalıları, “Şu dizi burada çekildi, bu dizi burada çekildi” diye tanıtıyor. Yahu o yalının bir tarihi var. Koskocaman. Sanki bu dizi olmadan önce o yalı yoktu. Ama ne yaparsınız popüler kültür artık herşeye yön veriyor.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *