GÖRMEMİŞLİK İLE GERÇEK ZENGİNLİĞİ NE AYIRIR?
Yaklaşık 4,5 milyon dolar. 13 milyon 500 küsur bin lira. (Hayatımda bir arada görmediğim bir miktarı aşağılamak amacında değilim ama) Boğaz’da 3 artı 1 daire anca alır. Osman Hamdi’nin “Yeşil Cami önü” adlı tablosu Türk resim sanatının en pahalı eseri oldu. Bu topraklarda müzeciliğin kurucusu adamın başyapıtlarından biri, alıcının adının açıklanmamasından tahmin ettiğim kadarıyla bir müzeye değil, özel koleksiyona gitti. Tablonun eski sahiplerinin adı da açıklanmadı. Arşivde, iki yıl önce satılığa çıktığı ancak, miras tartışması yüzünden geri çekilmek zorunda kalındığı yer alıyor. Belli ki bir aile büyüğü almış, ölünce de mirasçılar arasında sıkıntı çıkmış. Şimdi de yeni sahibinde.
Amacım bu tabloyu alanı eleştirmek değil. İyi ki aldı. İyi ki önem verdi. Çünkü bu ülkede maalesef kimileri zenginlik gösterisi olarak çok pahalı arabaları, marka giysileri, evleri, yatları gözler önüne seriyor. O otomobilden binlerce, o yattan yüzlerce var. Yüzlerce olan birşey hiç bir zaman ayrıcalık göstergesi olamaz. Anca anca, “Gösteriş” olur. Halbuki Osman Hamdi’nin “Yeşil Cami önü” sadece bir tane. İşte gerçek ayrıcalık, gerçek zenginlik budur. Dünyada sadece bir tane olan birşeyin duvarınızda asılı durması. Keşke bu tabloyu bir müze alsaydı. İnsanlarımız, turistler bu gurur duyduğumuz eseri görseydi. Eğer özel bir koleksiyona gittiyse (ki öyle görünüyor) umudum bir müzede sergilenmesine izin verilmesi. Herhalde, “Müzeciliğin babası” Osman Hamdi de böyle isterdi.
Osman Hamdi Bey’in resmi gerçekten etkileyici. Dönemin Osmanlısını adeta kesit kesit ölümsüzleştirmiş. Çok şık giyineni de var, sıradan halkı da. Kiminin ayağı çıplak, kiminde şık ayakkabılar. Bu tabloyu bilgisayar ekranında büyüttüm, büyüttüm, figürleri tek tek inceledim. Tabloda yer alanların kıyafetlerini bugün sokakta görmek mümkün değil. Biri hariç. Ressamın tablonun tam merkezine yerleştirdiği cami kapısındaki dilenci kadın dışında. Dilenci kadın muhtemelen elinde bir çocuk taşıyor. Tabloda değişmeyen tek görüntü bu. Bu da çok gurur duyulacak birşey olmasa gerek.
Hiç yılmayan adam
1,2,3,4,5,6,7,8,9,10 ve 11’inci dönem milletvekili. Cumhurbaşkanı. Celal Bayar…
Dün 133’üncü doğum günüydü. İnanılmaz bir hayat öyküsü. Milli Mücadelenin İstiklal madalyalı kahramanı.Tümüyle mücadeleye adanmış bir hayat. İttihat Terakki’den, Atatürk’ün emri ile Türkiye Komünist Fırkası üyeliğine, CHP’den Demokrat Parti kuruculuğuna kadar. Tam 103 yıl süren bir ömür. Hayatını okumanızı öneririm. Küçücük bir sorunda yılgınlık gösteren bizler için yaşamı anlamamızı sağlayacak bir rehber gibi. Muhabirliğimin ilk yıllarında, tıfıl bir muhabirken ölümünü takip etmiştim. Daha doğrusu vefat etmişti takip edecek muhabirler arasına beni de katmışlardı. Umurbey’deki defin törenini de izlemiştim. Bir minibüse doldurulan muhabirlerle birlikte Umurbey’e götürülmüştük. Ve bu yolda meslek hayatımı belirleyen bir konuşmaya tanıklık etmiştim. 6-7 muhabir bir aradaydık. İçimizden biri de Son Havadis muhabiri bir arkadaşımızdı. Diğer “Büyük” gazete muhabirleri hafif hafif takılıyorlardı, “Küçük gazete” diye diye. Bir süre dinledi. Sonra döndü ve “Küçük gazete, büyük gazete yoktur. Küçük gazeteci, büyük gazeteci vardır” dedi.
“Kirli” beyaz adam
Belki sanayi devrimini zamanında gerçekleştiremedik. Belki şimdi bazı insan hakları sıkıntılarımız var. Belki bir sürü şeyde geriyiz. Ama şükürler olsun ki tarihimizde böyle tek bir kare bile yok. “Beyaz efendi” bir grup yerliyi yakalamış, elinden ve boynundan zincire vurmuş. 1960’a kadar Avusturalya’nın asıl sahipleri olan Aborjinileri insan sınıfında bile saymamış. Flora ve fauna olarak tasnif etmiş. Yani bitki ve Hayvan sınıfından. Diğeri ise 1800’lerin sonunda Belçika sömürgesi Kongo’dan. Kauçuk plantasyonlarında zorla çalıştırılan köle işçilere verilen cezayı görüyorsunuz. Kauçuk kotasını dolduramayanların sağ elleri bileklerinden kesilmiş. Diğerlerine ibret olsun diye.