KAVUK AZ DAHA BENİM OLACAKTI
Kel Hasan’ın, Dümbüllü’nün kavuğunu şimdi Rasim Öztekin taşıyacak. Ne kadar doğru bir tercih. Daha yakışanı olamazdı. Ferhan Şensoy’un aynı kavuğu Münir Özkul’dan alışını hatırlıyorum. 27 yıl geçmiş. Bir daha kavuk devir töreni görebilir miyiz bilemem? Umarım Öztekin ustası kadar uzun süre elinde tutmaz. -)) Rasim Öztekin’i ilk kez 80’li yıllarda İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun koridorlarında görmüştüm. Okuldan büyüğümüzdü. Sonra biz gazeteciliğe yöneldik ve bu sayede onunla karşılıklı olmasa bile aynı skeçte oynama fırsatı buldum. Hatta bu çekilen skeç TRT’de yayınlandı bile. Komik bir hikayesi vardır.
1987 yılında Söz Gazetesi çıktı çıkacak. Muhabirler prova gazeteler için çalışıyor. Sınıf arkadaşım Filiz Özkan ile birlikte bize verilen haber konusu, figüran ajanslarının insanları nasıl sömürdüğü? Filiz ile birlikte Beyoğlu’nda bir ajansa gittik ve oyuncu olmak istediğimizi söyledik. Kayıtlarımızı yaptırdık. Bir hafta geçti geçmedi, arandık. (O zamanlar cep telefonu yok tabii. Gazetenin telefonunu da veremezdik. Ev telefonlarımızı vermiştik)
Ertesi sabah Ortaköy’de olmamız isteniyordu. TRT’ye bir komedi programı çekiliyordu. Küçük skeçlerden oluşacaktı. Gittiğimizde gördük ki başrolünde Rasim Öztekin. Filiz’e bir hemşire kıyafeti giydirdiler. Tek rolü sedyeyle taşınan bir kişiye refakat etmek. Bana ise durakta oturan taksici rolü düştü. Repliğim bile vardı. Sadece “Ne?” diyordum. Evet sadece, “Ne?” Bir ara yönetmen bana bir sahnede daha rol vermek istedi. Beni beğendiğinden değil canım, kalabalık lazımdı. Rolüm şöyleydi, bir kapıyı dinleyeceğim ve içeriden gelen sesleri güya duyup mimik yapacağım. İşte o an oyunculuğun ne kadar zor olduğunu anladım. Yönetmen bağırıyor, “Kork” Ben korkamıyorum.Yönetmen bir kez daha gürlüyor, “Meraklan.” Bir türlü meraklanamıyorum. Velhasıl kelam beceremedim. Beni hemen kamera önünden çektiler. Daha sonra haberimizi tamamladık. Figüran ajansları gerçekten insanları sömürüyordu.
Çünkü para falan vermiyorlardı. Belli ki prodüksiyondan bizim için para alıyorlar cebe atıyorlardı. Yani anlayacağınız değerimi bilemeyen bir yönetmen yüzünden kavuğu kıl payı elden kaçırdım. -)) Önemli not: Sevgili genç muhabir arkadaşlarım. Size garip gelecek ama gerçekten bir zamanlar böyle haber yapılıyordu. Muhabir yazacağı konunun içine girerdi. Görür, izler öyle yazardı.
Kasaptan Godfather çıkmaz
Kim bu aklı verdi acaba. “Sana simokin giydirelim. Godfather konsepti. Eline de kuzu verelim. Gerçi o kedi taşıyordu ama olsun.” Adam sanki barış gönüllüsü. Yahu o yavru kuzuyu kesiyorsun insanlara sunuyorsun. Bunu ne kadar güzel bir şekle sokabilirsin ki? Bu kadar saçma bir konseptte fotoğraf çekimi hiç görmedim. Bir celladın birazdan boynunu vuracağı çocukla poz vermesi gibi. Nusret Gökçe’den bahsediyorum. Namı diğer Nusr-et. Ünlülerin uğrak noktası. Fotoğrafta görünen kuzuyu yedikleri hedonistik lezzet tapınağı.
Nusret Gökçe’nin bu fotoğrafı beni 18-19 yıl önceye götürdü. Okuduğunuzda aradaki bağlantıya inanamayacaksınız. Yıl 1997-98. Bostancı’da oturuyorum. İki üst katımda gazeteci- yazar Halit Kakınç yer alıyor. Halit abi ile pazar günleri bir ritüelimiz var. Bostancı kasaplar çarşısına kadar yürüyüp kasaptan et alıp dönüyoruz. Hem yürüyüş yapıp hem de sohbet ediyoruz. Çarşının içinde küçücük bir dükkan. Herhalde 35-40 metrekare. Fakat inanılmaz bir kasap ustasını barındırıyor. Tatlı dilli, güler yüzlü. Koyu mu koyu Galatasaraylı. Kasap dükkanının adı, “Günaydın.” Sahibi ise Cüneyt Asan. Evet bildiniz, Günaydın Et Lokantaları imparatorluğunu kuran kişi. Cüneyt’in bir özelliği var. Kasabın önüne bir mangal yakıyor. Büyükçe. Gelen müşterilere satmak istediği etlerden bir kaç parça tattırıyor. Kasabın bağımlısı oluyorsunuz. Bir alacakken, üç alıp eve dönüyorsunuz. İşte şimdi Nusr-et’in kurucusu Nusret Gökçe de, Günaydın kasapta Cüneyt Asan’ın çırağı. O günlerden aklımda kalan Cüneyt Asan’ın, “İstersem bu çarşıdaki bütün kasapları yaptığım işle batırırım. Ama ekmek yesinler” dediği.
Bir ara, Günaydın Kasap’ta ortalıkta bir kuzu dolaşırdı. Et almaya gittiğinizde onunla gözgöze gelirdiniz. Garip bir durumdu. Neyse ki kısa sürdü. Nusret Gökçe herhalde kuzuyu işe dahil etmeyi o yıllardan hatırladı. Aradan yıllar geçti. Yollar ayrıldı. Ben mahalleden taşındım. Nusret Gökçe, çok pahalı bir et lokantasının Ferit Şahenk ile birlikte ortağı oldu. Şimdi gazete röportajlarında Bostancı kasaplar çarşısında çıraklık yaptığından bahsediyor ancak Günaydın Kasap’a hiç değinmiyor. Belli ki eski ustası ile bir rekabet veya kırgınlık söz konusu. Cüneyt Asan ise o küçücük dükkandan adeta bir imparatorluk oluşturdu. Yüzlerce lokantaya ulaştı. Sonra kaderin cilvesi Ferit Şahenk onun şirketinin de büyük hissesini aldı. Şimdi eski usta-çırak aynı kişinin ortağı olarak varlıklarını sürdürüyor.
Ben, o La Fontaine’in taa…
Karınca yaz sıcağında tüm gücüyle çalışmaktadır. Komşusu Ağustos böceği ise sırtüstü yatmakta ve sürekli şarkı söylemektedir. Karıncacık, ter içindedir. Ne bulursa yuvasına taşımakta kışa hazırlık yapmaktadır. Ağustos böceğinin bu durum umurunda bile değildir. Karınca içinden düşünür, “Söyle bakalım şarkını. Elbet kış gelecek. Elbet kar yağacak. Sen benim kapıma gelip birazcık yemek dileneceksin. Ben de sana yazın çalışsaydın diyeceğim” Karınca bu düşüncelerle işine daha da bir sarılır. Ağustos böceğinden intikam alacağı günlerin özlemiyle yaz boyu çalışır. Derken sonbahar ardından kış gelir.
Rüzgarlar soğuk esmeye başlar. Bütün yaz çalışmaktan anası ağlamış karınca evinin içine çekilir kapıyı kapatır. Bir yandan da ağustos böceğinin gelip yemek dilenmesini bekler. Fakat ağustos böceği ortalarda görünmemektedir. Hava daha da soğur ve kar yağmaya başlar.
Ağustos böceği yine ortalarda yoktur.
Kar tipiye dönüşür. Derken karıncanın kapısı çalınır. İşte karıncanın umutla beklediği an gelmiştir. Aç ağustos böceği gelmiş olmalıdır. Kendisinden birazcık yemek isteyecektir. Telaşla gider kapıyı açar. Gerçekten ağustos böceğidir. Sırtında gitarı ile. Karınca hemen konuşur: “Yemek isteyeceksin di mi? yazın çalışsaydın şimdi aç kalmazdın” Ağustos böceği cevap verir: “Yoo, yemek istemeyeceğim. Vedalaşmaya geldim. Gidiyorum.”
Karınca meraklanır: “Nereye?”
“Paris’e. Yapımcılar sesimi duymuşlar albüm teklifi aldım. Bir iki de konser vereceğim” Yıkılmış karınca sorar: “ Paris’te La Fontaine’i görecek misin?
Ağustos böceği: “Bilmem, konserime gelirse tabii ki görürüm”
Karınca: “Eğer görürsen ona söyler misin. Ben onun taaa…..”