
Son zamanların en iyi dizisi
Kendimi bir anda izlerken bulduğum, sanatçı kişiliğine hayran olduğum IU’nun (Lee Ji-eun) yeni dizisi When Life Gives You Tangerines son zamanlarda izlediğim en güçlü senaryolardan biri. Acımasızca yitip giden bir yaşamı tüm çıplaklığıyla öyle sert bir darbeyle indiriyor ki yüzümüze; neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Aşkı, en değerliyi kaybetmeyi, kahkaha atmayı, veda etmeyi, cesaret göstermeyi, her günün değerini, kimi zaman esirgenen bir saniyenin sonradan yarattığı tahribatı, sevmeyi; çok sevmeyi, hayatı birinin ömrünün ilmeklerine bağlayarak yaşamayı ve anlamlandıramadığım birçok derin yarayı deşerek irdeliyor bu dizi.
85 yıllık bir anı bu, 85 yıllık bir öykü
Jeju Adası’nda yaşanan bu hikayenin her ânı, her sahnesi o kadar gerçek ki jeneriğinde ‘gerçek olaylara dayanıyor’ demelerine gerek bile kalmıyor. Birinin yaşam hikayesi değil bu senaryo, hepimizin hayatından kesitler gördüğü, hepimizin ‘ben bu hissi biliyorum’ diyerek izlediği bir otobiyografi adeta. Kendinizi bu dizide bulacaksınız demiyorum; bakın, karıştırmayın; bu dizide kendi öyküsünden bir parça bulamayacak biri yoktur, diyorum. İki gencin mücadeleyle geçen hayatlarında, çocukluklarından torun sahibi oldukları yaşa kadar hayatlarına misafir ediyor bizi bu serüven. 3 hatta neredeyse 4 nesle perde aralıyor senaryosu. Bir annenin kızı, kardeşlerinin bakıcısı, hayalleri olan idealist bir genç kız, seçimler yapmış bir kadın, ilk günden son güne kadar bir aşık, her şeyden önce ama hepsinden sonra bir anne… Tüm bu sıfatlar tek vücutta, bir insanın 85 yılına mâl oluyor.
Dizinin künyesi çok güçlü, gerçekten iyi oyunculuklar izleme şansı sunuyor. IU konserlerinde bile duygulanınca hemen ağlayan biri olduğundan, dizi boyunca gözleri hep dolu dolu oynamakta asla zorlanmamıştır diye düşünüyorum. Park Bo-gum ise bende ayrı bir yer edindi bu diziyle; hayat verdiği karakterle çok özdeşleştirdiğimden olsa gerek. Ayrıca dizide sinematografik bağlamda renk kullanımı, müzik kullanımı ve senaryo denklemini oldukça başarılı bir teraziye oturtulmuş. İzlerken kullanılan mavinin tonlarına, arkadan gelen müziğin sahneyi ne denli öne çıkardığına dikkat etmek için ‘sinema’ okumuş olmanıza gerek kalmıyor… Usta bir kadın senarist elinden çıktığı her halinden belli olan senaryoya ise söyleyecek hiçbir lafım yok... Hem eğlendirip hem bu denli ağlatmayı başarması takdire şayan ancak birkaç bölümü var ki; insanın yüreğini ortadan ikiye ayırıyor.
Senaryonun sorguladığı gerçeklikler ve vermek istediği mesajın temeli çok sağlam. Herkesin hayatta bir kere bile olsa sorguladığı ne varsa değiniyor, hepsine ayna tutuyor. Hayatta bize vadedilen kimliklerin kaçını kabullenip, üzerimize tam oturan bir gömlek misali giyinip kuşanıyoruz? Kaçının belki de farkına bile varamıyoruz? Neden sürekli ‘mücadele’ etmek zorunda hissediyoruz sırf insanca yaşamak için? Neden bazı seçimler bizi hep sonucunu beğenmeyeceğimiz dilemmalara sürüklüyor? Verdiğimiz her karar, yaptığımız her seçim sonrası geride kalan o seçenek neden hep ukde oluyor da batıyor içimize? Bazı soruların neden hiç cevabı yok? Peki ya doğru olanı kim belirliyor? Dizi içinde öyle çok gizli saklı veya doğrudan suratımıza suratımıza vurulan hayat dersleri var ki insan izlerken şaşırmadan edemiyor. Sadece 16 bölümde nasıl böyle derinden bir etki bırakabildi, sorusuna cevap aramadan duramıyor. Ae Soon’un şiirinden iki mısra ile noktalamak istiyorum bu yazıyı;
3 çocuk bıraktı ardında 29’unda, Çocuk gibi ağladım 29’uma basınca…