
Stres yönetiminde “Ben”den “Hiç”e yolculuk
Tarım toplumu ve sanayi toplumundan sonra gelen bilgi toplumunun en ayırıcı özelliklerinden birisi, hiç kuşkusuz modern toplumun hastalığı olarak bilinen yüksek strestir. Stres, Latince kökenli bir sözcük (estrictia) olup; önceleri bireyin hissettiği elem ve keder, daha sonra beden ve ruhun karşı karşıya kaldığı baskı ve zorlanmaya gösterdiği direnç anlamında kullanılmıştır. Günümüzde stres; birey, aile, toplum düzeyinde giderek daha yoğun biçimde kullanılan bir kavram hâlini almıştır.
Nitekim yüksek teknolojilerinin hâkim olduğu, hızlı iletişim ve ulaşımın yer aldığı karmaşık şehir hayatı günümüzde hangi düzeyde olursa olsun; organizmayı tehdit eden, acı veren, dengesini bozan uyarıcılar da çığ gibi artmaktadır. Bunun içindir ki, kanserden sonra en çok ilaç kullanımı ruhsal hastalıklar alanındadır. Zira hızlı değişim ve dönüşüm ile karakterize olan bilgi çağı; insanı, aileyi, iş ortamını ve toplumu zorlamaya başlamıştır. Değişim ve dönüşümün hızı, bir anlamda; hayatın devamı için belirli düzeyde tutulması gereken stresi, insanı ve insanlığı tehdit düzeylerine çıkarmış ve insanın biyolojik ve zihinsel uyum kapasitesini zorlamıştır. Daha da önemlisi; modernite adına üretilen suni stres kaynakları, insanı en kuşatıcı stres kaynağı olan ölüm gerçeğinden uzaklaştırmaktadır.
SUNİ STRESLER, İNSANI ASIL KORKUDAN UZAKLAŞTIRIYOR
Tehdit altında hissetmemize neden olan temel stres kaynakları yani stresörler arasında öncelikle fiziksel kökenli olanlar sayılabilir. Çeşitli kazalar, travmalar, bünyeyi rahatsız edecek düzeydeki ses, ışık, nem, ani çevresel değişiklikler bu başlıkta toplanabilir. Sosyal yaşam kökenli stres kaynakları, bireyin yakın ve uzak çevresiyle yaşadığı ilişki odaklı sorunlardır. Evlenme, boşanma, iş değiştirme, toplumsal olaylar, belirsizlikler, terör, çevre ile ilişkilerdeki ani değişiklikler gibi. Zihinsel kökenli stres kaynakları; insanın düşünme ve idrak, mantık ve sezgi, bilim ve maneviyat, hayat ve ölüm alanlarındaki çıkmazlarını kapsar. Ruhsal ya da psikolojik kökenli stres kaynaklarının günümüzde çok daha yaygın olduğu, çeşitli araştırmalarla ortaya koyulmuştur. Bireyin insan ilişkilerinden uzaklaşması, kendi içine çekilmesi, iletişim ve çalışma isteğinin azalması, moral ve motivasyon düşüşü, normalde göstermediği çeşitli psikolojik tepkiler vermesi gibi davranışlar örnek gösterilebilir. Hiç kuşkusuz en kuşatıcı ve gerçek stres kaynağımız, insanın canlılığının son bulduğu ölüm korkusudur.
NEDEN ZORLANIYORUZ?
Düşünün ki ruh sağlığı bozulanlar, evlenmeyi istemeyenler, boşananlar, kalabalığın içinde yalnız hissedenler, gürültünün içinde sessiz kalanlar, öfke ve şiddetin sıradan hâle gelmesi ve benzeri durumlar hiçbir dönemde bu kadar çoğalmamış; bu kadar etkili olmamıştı. Sosyal medyanın ileti bombardımanı altındaki günümüz insanı, âdeta bir insani krizin içine girmiş bulunuyor. Doğal hayat şartları, beslenme ve iletişim biçimleri, insan organizmasının genetik yapısı ve yatkınlığından giderek uzaklaşıyor. Bu ise insanın dengesinin bozulmasına, gerilime ve strese yol açıyor. Çünkü insan sade bir denge üzerine yaratılmıştır. Ve eşya, varlık amacının ötesinde kullanıldığında zorlanır; tepkiler verir. İnsanın da yeryüzünde bir varlık nedeni vardır. İşte bu varlık nedeninden uzaklaşmaya başlayan insanoğlu; çeşitli tepkiler veriyor, geriliyor, sorunlarla başa çıkmakta zorlanıyor. Biyolojik ve zihinsel programımıza uymayan suni yaşam biçimi, bizi kendi gerçeğimizden uzaklaştırıyor…
STRESLE BAŞA ÇIKMAK İÇİN İLK ADIM
Hiç kuşku yoktur ki, stresle başa çıkmak için teknik anlamda yapılacaklar vardır. Düzenli bir yaşam, düzenli beslenme, uygun sosyal etkinlikler, düzenli aile ve iş yaşamı ve en önemlisi de bedensel egzersizler öncelikle sayılabilir. Ancak son dönemde yapılan araştırmalar, stresin kabul edilebilir düzeyde tutulmasında; bireyin, dünyayı ve evreni bir bütünlük algısı içinde görecek zihinsel ve ahlaki olgunluk düzeyinde olmasının ve kutsal kitaba dayalı bir inanç sistemini benimsemesinin ciddi olumlu etkilerine işaret etmektedir. Nitekim stresin özünde yer alan hız çağının yol açtığı haz patlaması ve insani değerlerdeki aşınma ancak belirli bir ahlaki olgunluk ile aşılabilir. Ahlak ve dinî inanç, birbirini besleyen temel değerler olduğuna göre; bu değerlere sahip bir bireyin hayatta karşılaştığı ve strese yol açan çizgi dışı durumlarla baş etmesi çok daha kolay olmaktadır. Diğer bir ifade ile bireyin zihin ile duyguları, bilim ile dini, akıl ile ahlakı, beden ile ruhu, madde ile manayı ve nihayet hayat ile ölümü birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde görmesi; gündelik streslerle baş etmesi ve huzuru bakımından çok önemlidir. Klasik psikoloji kitaplarına göre birey, karşılaştığı olgu ve olaylarda temel iki zihinsel değerlendirme sürecine başvurur. Birincisi bireyin, kendi varlığını yegâne güç olarak öne çıkarması; ikincisi de kendi dışındaki bir gücün varlığını öne çıkararak bir arayışa girmesidir. Kendini öne çıkararak, “benmerkezci” (ego-santrik) bir duruşu sergilemek; bugünün insanının psikolojik dengesini ve ruh sağlığını zedeleyecek düzeye ulaşmıştır. Oysaki kendisini yüce bir gücün, Yaratıcı’nın emanetinde ve denetiminde hisseden, O’nunla alışveriş hâlinde olan ve kadere inanan bireyin; karşılaştığı olumsuzluklarla baş etmesi çok daha kolay olmaktadır.
“BEN”DEN “HİÇ”E
İnsanın yüklendiği stresi algılaması, mücadele etmesi ve başa çıkmasında; inançlı olmasının, Yaratıcı güce dayanmasının çok önemli bir etkisi olduğu açıktır. Günümüz insanı ancak bu şekilde, giderek şahlanan maddi varlığının ve “ben” takıntısının üstesinden gelebilir; nicedir ihmal ettiği ve aşınan ruh dünyasının derinlikleri ile yeniden buluşabilir. Böylece ben dağından inip “hiç” ovasında nefeslenebilir. Stresin temel kaynağı olan gerginliği yok edemeyiz, zira stresin sıfırlanması ölüm hâlidir. İnsan bir sınav sürecinde bulunduğuna göre, bu sınavın bir heyecanının olması normaldir. Normal olmayan, bu sınavın gerektirdiği hazırlığı ve performansı göstermemektir. Nitekim en güzel edebiyat eserlerinin üretilmesi için biraz içe dönük ve depresif olmaya, yeni icatlar ve keşifler yapmak için biraz hiperaktifliğe, ileri sanat eserleri üretmek için günlük rutinin dışında bir duruşa ihtiyaç vardır. Unutulmamalıdır ki yeryüzünde kendi varlığını kendisiyle, dünyayı dünyayla, hayatı doğum ve ölüm ile sınırlı tutan bireyin; stres eşik değerini yönetmesi, huzuru yakalaması kolay değildir.
Oysaki hayatı; öncesi, hayat ve sonrası ile bir bütün görenlerin huzuru yakalaması çok daha kolay olacaktır. Ve yine unutulmamalıdır ki; insanın kendisini var eden, ona hayat veren, onunla doğrudan muhatap olan, gönlünde taht kuracak kadar yakın bir konumda bulunan Yaratıcısı ile iç içe olması ve böylece her davranışında yalnız olmadığı bilinci ile hareket etmesi, onu huzurlu kılacaktır.