İstanbul
Parçalı bulutlu
14°
Ara

​KLASİK TÜRK ŞİİRİNDEKİ SEMBOLİZM

YAYINLAMA:

Öncelikle bütün okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlarım. Kurban Bayramı insanın Allah uğrunda en sevdiklerinden vaz geçebilmesini sembolize eder. Geçici dünya heveslerini değil Hakikate ulaşmayı tercih eden insan olmamızı öğretir. Bu bayramda da geçici heveslerinden vaz geçip mutlak gerçekliğe ulaşmaya çalışan insanlardan olmamızı Allah nasip etsin.

17 Haziran 2023 tarihli yazımda Ahmet Haşim’in şiirinden bahsetmiştim. Ahmet Haşim Divan Şiiri geleneği ile sembolizmi birleştirmiş bir şairdi. Pekiyi bizim klasik şiirimizi oluşturan divan şiiri nasıl olur da sembolizm gibi modern bir şiir akımı ile bağdaşabilirdi? Burada esas nokta klasik tanımındadır. Batının klasik şiiri ile Türk klasik şiiri farklı medeniyet havzalarında doğdukları için farklı değer ve kurallara sahiptir. Bizim klasik şiirimiz İslâm tasavvufundan beslendiği ve İran kültür havzasında doğduğu için modern sembolizmle benzer bir felsefeye sahiptir. Bugün sizlere bu benzerliği anlatacak ve klasik şiirimizden örnekler vereceğim.

DİVAN NEDİR?

Orta Doğu, Kuzey Afrika, İspanya, Sicilya ve Güney Asya'nın İslam kültürlerinde bir Divan, bir şairin şiirlerinden oluşan ve genellikle mesnevîleri hariç tutan bir koleksiyondur. Şairler şiirlerini divanlarında topladıkları içindir ki, Klasik Türk Şiiri de divan şiiri olarak adlandırılmaktadır.

Divan şiirinin büyük çoğunluğu doğası gereği liriktir: ya geleneksel divanların en büyük bölümünü oluşturan gazeller ya da kasîdeler. Bununla birlikte, başka yaygın türler de vardı: Terci-i bend veya terkib-i bend gibi nazım şekillerinin yanında dörtlük, beşlik hatta onluklardan oluşan nazım şekilleri de kullanılırdı. Divanlarda bazen bulunan bazen de ayrı olarak derlenen tek dörtlük halinde ve özel vezinle yazılan rubailer de klasik Türk şiirinin önemli nazım şekillerindendir. Genelde divanlardan ayrı kitaplar olarak düzenlenen mesnevîler, bir tür manzum roman kabul edilirdi. Bu formun en önemli iki örneği Fuzûlî'nin “Leyla ve Mecnun'u” ile Şeyh Gâlib'in “Hüsn ü Aşk'ıdır”.

Divan şiirinin temeli Fars edebiyatında ortaya çıkmıştır. Birçok klasik Türk şairi de kendine büyük İranlı şairler Firdevsî’yi, Hâfız-ı Şirazî’yi, Nizamî–i Gencevî’yi, Sâdi, Mevlana ve Molla Câmî’yi örnek almıştır. Divan edebiyatının kural ve şekilleri Fars Edebiyatından Arap ve Türk dünyasına ve Güney Asya'ya yayıldı ve aynı zamanda divan ve divan şiiri kavramları Avrupa'da her zaman aynı şekilde olmasa da kullanıldı.

DİVAN ŞİİRİNİN GELİŞMESİ

Divan şiirinin 500 yılı aşkın bir süredir gelişimine gelince, yani –Osmanlı edebiyatı uzmanı Walter G. Andrews'in işaret ettiği gibi- bu konudaki çalışmalar külliyatı henüz emekleme aşamasında olan bir alandır. Divan Edebiyatı için diğer sanat alanlarında olduğu gibi Batılı sanat tarihçilerinin kullandığı standart yöntemler çerçevesinde açıkça tanımlanmış akımlar ve dönemler henüz belirlenmemiştir. Türk klasik şiir geleneğinin başlarında, Fars şiiri etkisi çok güçlüydü, ancak bu, Azerbaycanlı İmadeddin Nesimi (?–1417?) ve Türkistanlı Ali-Şir Nevâ'i (1441–1501) gibi Türk şairlerinin etkisiyle bir şekilde hafifletildi. Her iki şairimiz de çok saygı gören Farsça karşısında Türkçenin edebî itibarını arttıran çok güçlü eserler ürettiler. Kısmen bu tür tartışmaların bir sonucu olarak, Klasik Türk Şiiri en güçlü döneminde -16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar- Farsça ve Türkçe unsurların eşsiz bir dengesini sergilemeye başladı, ta ki 19. yüzyılın başlarında Fars etkisi yeniden hâkim olmaya başlayana kadar.

Divan şiirinin üslup akımları ve dönemleri konusunda kesinlik olmamasına rağmen, oldukça farklı bazı üsluplar yeterince açıktır ve belki de bazı şairler tarafından örneklendiği görülebilir. Dilerseniz Klasik Türk Şiirinin bu isimlerini kısaca hatırlayalım:

Fuzûlî (1483?–1556), Kerküklü Azeri asıllı Divan şairimiz. Fuzulî Azeri Türkçesi, Farsça ve Arapça'yı eşit derecede ustalıkla yazan ve Türkçe’de olduğu kadar Farsça’da da etkili olan eşsiz bir şairdir.

Bâkî (1526–1600); Divan geleneğinin önceden yerleşik mecazlarını kullanma becerisi ve Kanuni Sultan Süleyman Han dönemindeki Türk uygarlığının zirvesini şirinde bütün olgunluğuyla yansıtma kabiliyetiyle, Bâkî, güçlü bir hitabete ve dil inceliğine sahip büyük şairimizdir.

Nef'î (1570?–1635); Sultan IV. Murad Han döneminin seçkin şairidir. Gelmiş geçmiş en büyük kasîde ustası sayılan şair, idamına yol açan sert hicivli şiirleriyle tanınır.

Nâbî (1642–1712); Klasik Türk Şiirinin ağırlıklı toplumsal konulara değinen şairi olarak tanınır. Yaşadığı dönem itibarıyla Osmanlı toplum ve siyasetindeki durgunluk ve bozulma sürecini eleştiren bir dizi toplumsal yönelimli şiirler yazmıştır.

Nedîm (1681?–1730); Osmanlı tarihinin Lale Devri'nin devrimci şairi olan Nedîm, Divan şiirinin oldukça seçkin ve anlaşılması güç dilini İstanbul halkının günlük diline yaklaştırdı. Tasavvufi imgelerden ve ilâhi aşktan ziyade günlük ve dünyevi güzellikleri şiirinde anlatmıştır.

Şeyh Gâlib (1757–1799); Klasik Türk Şiirini yenileyen, yeni bir soluk getiren aynı zamanda Mevlevî Dedesi olan büyük şairimizdir. Eserleri son derece karmaşık olan ve yeni mazmunlar getiren "Hint üslubunun / Sebk-i Hindînin" Türk şiirindeki doruk noktası kabul edilir.

DİVAN ŞİİRİNDE SEMBOLİZM

Klasik Türk Şiiri oldukça ritüelleştirilmiş ve simgesel bir sanattır. Kendisine büyük ölçüde ilham veren Fars şiirinden, anlamları ve karşılıklı ilişkileri - hem benzerlik (tenâsüb) hem de karşıtlık (tezâd) - aşağı yukarı belirlenmiş olan bir sembol zenginliğini miras aldı. Bir dereceye kadar birbirine zıt olan yaygın sembollerin örnekleri, diğerlerinin yanı sıra şunları içerir:

bülbül – gül

dünya – gül bahçesi

zâhid – derviş

Zahid ve derviş karşıtlığının da gösterdiği gibi, Divan şiiri -tıpkı Türk halk şiiri gibi- tasavvuf düşüncesinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bununla birlikte, Divan şiirinin - kendisinden önceki İran şiirinde olduğu gibi - başlıca özelliklerinden biri, tasavvuftan neş’et eden ilahi aşk kavramını dünyevi aşka dair kavram ve unsurlarla anlatmasıydı. Böylece, "bülbül" ve "gül" çifti aynı anda iki farklı ilişkiyi akla getirir: Hem ateşli aşık ("bülbül") ile sevilen ("gül") arasındaki ilişki hem de derviş ile (aşkın nihai kaynağı ve nesnesi olarak kabul edilen) Tanrı arasındaki ilişki…

Benzer şekilde, "dünya" aynı anda hem maddi dünyayı hem de keder ve faniliğin meskeni olarak kabul edilen bu fiziksel dünyayı ifade ederken, "gül bahçesi" aynı anda hem gerçek bir bahçeyi hem de Cennet bahçesini ifade eder. "Bülbül" veya ıstırap çeken aşık, genellikle -hem gerçek hem de mecazi olarak- "dünyada” yer alırken, "gül" veya sevgili, "gül bahçesinde" olarak görülür.

Divan şiiri, bu tür pek çok imgenin katı bir vezin çerçevesinde sürekli yan yana getirilmesiyle oluşturulmuş ve böylece sayısız potansiyel anlamın ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. Sürekli kullanılagelen ve her şiirde farklı anlamlara gelebilen bu imgeler mazmun olarak adlandırılırdı. 18. yüzyıl Osmanlı Kadısı ve şairi Hayatî Efendi'nin şu mısraı kısa bir örnektir:

“Bir gül mü var bu gülşen-i âlemde hârsız?”

Yani bugünkü Türkçeyle söylersek:

“Bu gül bahçesi dünyada dikensiz gül olur mu?”

Burada bülbül ile sadece şair veya aşık ima edilirken, gülün veya sevgilinin dikenleriyle acı çektirebileceği gösterilmiştir. Sonuç olarak dünya hem müspet (bir gül bahçesi olduğu için Cennet bahçesine benzer) hem de menfi (dikenlerle dolu bir gül bahçesi olduğu için Cennet bahçesinden farklı) yönleriyle görülür.

Ehl-i Tasavvufa göre görünen âlemdeki her şey mutlak ve mükemmel olanın, yani Tanrı’nın, isim ve sıfatlarının yansımasıdır. Evren bizatihi Tanrının yansımasıdır ve insan da –bütün kadim Doğu ezoterizminde olduğu gibi- küçük evrendir, yani mikro kozmos. Dolayısıyla insana dair ve insan ürünü ne varsa onun arkasında ilâhi isimlerin tecellisi aranır. Aşk da böyledir. Dünyevî olana duyulan aşk kusurludur, eksik ve noksandır. Aşkın hakikisi Yaratıcıya duyulan ve yaratıcının da yarattıklarına duyduğu aşktır. İşte Klasik Türk şiiri bu anlamda mazmunları kullanmıştır. Orada şarap Allah’a duyulan aşk, meyhane dergâh veya tekke, sevgili Yaratıcı, âşık derviştir.

Ehl-i Tasavvuf nasıl ki zâhirde (görünende) bâtını (görünmeyeni) ararsa, Klasik Türk Şiirindeki şairler de dünyevî imgelerin ardında ilâhi olan mükemmel formları aramıştır. Bu sadece Klasik Türk Şiirine ait değildir ama bütün klasik sanatlarımız da, bu anlamda, sembolik ve soyut kabul edilebilir.

Son söz büyük şairlerimizden Neşâtî’nin olsun:

“İtdük o kadar ref'-i taayyün ki Neşâtî / Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânuz”

Günümüz Türkçesiyle:

“Geçtik o kadar benliğimizden ki Neşâti / Cilâlanmış parlak aynada bile görünmeyiz”

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *