Arsızlaştık, uğursuzlaştık, bölündük…
16 Mart 1988… 31 yıl önceydi. Halepçe semalarında zehirli gaz bombalarıyla yüklü uçaklar insanlık tarihinin en kara günlerinden birine hazırlanıyorlardı..
Karaydılar, Azrailin soğuk yüzünü anımatıyor ve uçaklar Şeytana uşaklık etmeye hazırlanan cellatlar gibi ölüm kokuyorlardı…
Saddam Hüseyin`den emir alan pilotlar Arap, Kürt, Türk ayırmadan zehirleri düşman diye çocuk, kadın ve yaşlıların başlarına döküyorlardı…
Şeytanın uşakları, ölüm olmuş Halepçe’ye dadanmıştı..
Annesinin kucağında süt emen çocuklar, çocuğunun beşiğini sallayan anneler, evine ekmek götürmek için avuç içi kadar tarlasında kara saban peşinde koşan babalar, camiye giden imamlar, talebelerine ders veren seydalar son nefeslerinde zehirli gaz soluyor ve can veriyorlardı..
Halepçe ölümün öbür adıydı artık..
Binlerce yıldır yaşadıkları yurtlarında dindaşları, tarafından katlediliyorlardı. Kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar….
Ve dünya suskundu..
Öyle ki, ölüm bile ölüm olalı böyle utanmamıştı kendinden…
Ölüm tarlasına dönmüştü Halepçe..
Sessiz ağıtların yürkleri yakan çığlıkları yankılanıyordu şeytanın uçakları dönünce…
Sahne Halepçeydi, sahnenin arkası ise meçhul. Oyunun yazarı bir kukla ‘Saddam”
Sebepler örtbas ediliyor. Kimlikler karmakarışık. Aktörlerin gerçek kimlikleri değil, sahte kimlikleri biliniyor.
Bu tiyatrodaki rolümüzdü ölüm….
Uçakların kalktığı yer Bağdat…
Emri veren Saddam…
Peki, Saddam kimdi? Zehirleri kim ona vermişti?
Ama ölen bizdik, ve biz yine kendi katilimizdik….
Kendi çocuklarımızın kadınlarımızın, gençlerimizin, dedelerimizin katiliydik. Kendi topraklarımızı mezar etmiştik kendimize…
Adalet neydi? Nerdeydi? ve her yerde katledilen insandan bile sayılmayan biz kimdik…..
İslam dünyasında şahısların, ideolojilerinden bağımsız değerlendirilmesi, büyük bir oyun, büyük bir problem değimliydi?
Birileri önce sırtımıza ideolojileri yüklemiş. bizden olanları, ideolojilerle bizden ayırmış ve bizden farklılaştırmışlardı.
Toplumsal davranışlarımıza bize ait olan kimlik değil, o ideolojilerin ürettiği kimlik yön veriyordu artık..
Kin, nefret, ölüm ve yoksulluk birilerinin algı mühendislerince hep bize ait olan kimlikle altın tepside sunuluyor, bütün kötülükler bize ait olan kimliğin içine tıkıştırılmaya çalışılıyordu.
Zehir bizi bizden ayıranlara ait ama üzerindeki etikette bizim adımız yazılıydı.
Bu zehir, bizden öldürebildiğini öldürüyor; öldüremediğini bizden nefret ettiriyor. Bize karşı savaşan bir düşmana dönüştürüyordu.
Halepçe…. Aaaah halepçe….
Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Filistin’de, Lübnan’da, Mısır’da, Libya’da…..
Uyanamadık, uyanmayı bırak biribirimizden utanamadık bile..
Arsızlaştık, uğursuzlaştık, bölündük . Biz olmamız, diri olmamız gereken her yerde bölündük ve öldük….
Biz’i bilmediğimiz Biz’i bulmadığımız Biz’e sarılmadığımız ve Biz’de kenetlenmediğimiz sürece yaşam bize uzak be dostlar..Çooook uzak.. Ölüm ise şuracıkta…
VESSELAM…