Bazen kavramlar herkes için aynı anlamı taşımaz. Aşk, sevgi, liderlik, merhamet, hayat, ölüm…

Ölüm, yaşayanların dikkatini en çok çeken kavramların başındadır. Bu kavramı, yazılarımda ve katıldığım medya programlarında sık kullanıyorum. Gelen yorumlardan da çok şey öğreniyorum. Bir yandan insanı insan yapan temel kavramların içini boşaltıyor, kavramları hakikatlerinden uzaklaştırıyor ve aynı kavrama farklı anlamlar yükleyebiliyoruz. Diğer yandan böyle değil gibi görünse de ölümle iç içe bir hayat yaşıyoruz.

Ölüme ilişkin yazımıza gelen bir yorumu özetle paylaşmak isterim. Zira ölüm kavramını aslından nasıl uzaklaştırdığımızı görmeye ihtiyacımız var:

“Hocam, durup dururken ölümü neden hatırlatıyorsunuz, anlayamadım. Hem de öyle gözümüze sokar gibi. Zaten zor bir hayat yaşıyoruz. Sıkıntılar var. Hayatın isteklerine karşılık vermeye çalışıyoruz…

Bir yanda geçim derdi. Aileyi bir arada tutma, çocuklara sahip çıkma, işe yetişme, diğer insanlarla ilişkiler telaşı. Diğer yanda toplumsal ilişkilerin geldiği nokta, dünyada olup bitenler ve artan şiddet olayları….

Sizin de söylediğiniz gibi zaten her gün ölüyoruz biraz. Ölümü böyle güzel kelimelerle dile getirmeye, yeniden hatırlatmaya gerek yok bence. Hayatın güzelliklerine ilişkin şeyler yazılsa daha iyi olur. Ölümü hatırlatmak yerine unutmak için ne lazım onu yazsanız keşke…

Ölümü hatırlayacağız da ne olacak. Asıl olan yaşamak değil mi? Nasıl daha keyifli yaşarız? Hayatın hakkını nasıl veririz? Kısacası hayatı konuşmak varken korkunç sonumuzla neden moralleri bozuyoruz ki? Elimizde olan hayatı renklendirmek varken elimizde olmayan ölümle neden uğraşıyoruz. Hayat var olmaktır ve güzeldir. Ölüm yok olmaktır ve kötüdür. Kötü olanı neden öne çıkarıyoruz?...

ÖLÜMÜN KARANLIK YÜZÜ

İnsanlara ölümü düşündürmek yerine hayatta nasıl başarılı olacaklarını, diğer insanlarla ilişkilerini nasıl geliştireceklerini, ticaretlerini nasıl büyüteceklerini, diğer insanlarla mücadeleyi, sosyal medyada kendilerini nasıl daha iyi temsil edeceklerini yazsanız. Bunlar dururken hayatın en acı gerçeğini, korkunç son olan bilinmezliği zihnimizde canlandırmaya ne gerek var. Hayatın aydınlık coşkusunu yaşamak varken ölümün karanlık hüznüne ne gerek var?...

Bilimin, araştırmanın somut gerçekleri varken ölümün soyut sezgileri arasında dolaşmak moral bozmaz mı?”

Okurumuza uzun bir cevap yazdım ve yorumunu özetle paylaşacağıma söz verdim.

Bazen kavramlar herkes için aynı anlamı taşımaz. Aşk, sevgi, liderlik, merhamet, hayat, ölüm… Her kavram, ona yüklediğimiz anlam çerçevesinde hayatımızı ve davranışlarımızı etkiler. Kavramlara anlam yüklemek; genetik enformasyonun, zihinsel potansiyelin, yetişme biçiminin ve temel kişilik özelliklerinin yansımasıdır. Nasıl düşünüyorsak, nasıl yetişmişsek o şekilde anlam yüklüyoruz kavramlara ve ona göre davranıyoruz.

Bize ait olmayan düşünce ve duygularla bezenmiş bir hayatta kavramların da içi boşalıyor ve gerçek anlamları eriyor. Kavramın asıl anlamı yerine taşıması istenen anlama yöneliyoruz. Dolayısıyla kavram hakikatinden uzaklaşıyor.

O BİZİ UNUTMUYOR

Ölümün de içini boşaltarak ona başka anlamlar yüklediğimizden hayatın anlamına erişemiyoruz. Bu, birçok kavram için de geçerlidir. Önce kavramın içini boşaltıyor sonra işimize gelen gerçek olmayan içerikleri yüklüyoruz. Canlı kavram, kendi gerçeği ve bağlamından kopuyor. Hazindir ki içini boşalttığımız kavramlar genellikle insanı insan yapan temel değerlerle ilgilidir. Evleri süsleyen canlı çiçeklerin, bitkilerin yerine cansız plastik çiçekler ve bitkiler koymaktan farklı değildir bu.

Kimine göre ölüm bir yok oluştur, varlığın son bulmasından başka bir anlamı yoktur. Kimine göre yeni bir var oluşun giriş kapısı, bazılarına göre ışığın sönmesi, karanlığın hâkim olduğu kocaman bir son, derin bir ayrılıktır ölüm. Bazılarına göre ise bu hayatın sona ermesiyle başlayan ve yaşamın hesabının verileceği yeni bir başlangıçtır.

Binlerce yıllık insanlık tarihinin kavramlara yüklediği ve toplumların çoğunluğu tarafından benimsenen anlamlardan uzaklaştıkça aslında kendi gerçeğimizden yani kendimizden de uzaklaşırız. İnsanın düşünce evrenini oluşturan temel kavramların içi boşaldığında hayatın da içi boşalıyor. Yaşamın bizim için taşıdığı anlamdan uzaklaşmak, ruhsal yaşamımız için önemli bir tehdittir.

Ruh hayatımız bakımından temel insani kavramların, kendi gerçeğinden uzaklaştırılmadan hayatımızda yer almalarını sağlamak önemlidir. Hayatın sadece canlı tarafını, süsünü, eğlencesini, günlük koşuşturmasını kısacası sadece maddi varlık tarafını yaşamak insana yetmez. Böyle bir hayat eksik kalır. Hayatı onun en önemli gerçeği olan ölümden kopuk yaşamak, hayat masasından ölümü kaldırmak, ölüm bilinmezini, içinden çıkılmaz derin bir kaygıya dönüştürür. Oysaki ölümle barışık olmak ölüm kaygısını yönetmemizi sağlayacaktır.

Zira ölüm hayatın en önemli gerçeğidir. Onu hatırlamamızdan ve ona hazırlıklı olmamızdan daha elzem ne olabilir ki? Amaç ölüme takılıp hayatı unutmak değil elbette. Ama ölüm kavramını tanımak, anlamak, kabullenmek hayatın manasını yakalamamızı sağlayacaktır. Zaten ölümü unutsak bile o bizi unutmuyor. Ve nihayet ölümü bildiğimiz oranda yaşamın yükü hafifliyor. Hayatın coşkusu ve tadı ölümü bilmekten geçiyor.