İstanbul ile ilgili bir çok yazı yazdık ama bitiremedik, bitmesi de pek mümkün değil. İstanbul öylesine özellikli, öylesine öyküler düzülecek, dünya metropolleri tarihinde çok önemli yeri olan bir şehir. Neresinden bakarsanız bakın gördüklerinizle ilgili bir şeyler yazmaya kalksanız çok fantastik öykülerden biri olarak ilgi çeker.
Türkiye ekonomisinin bel kemiği, kültürel varlıklarını konuk eden ve tarihi varlığının merkezindeki en kalabalık şehirdir İstanbul. Avrasya’daki kıtaları; hem kültürel olarak, hem sosyal yaşam birlikteliği olarak birleştiren, hem de dinler kardeşliğinin merkezi durumunda dünyanın gözde kentlerindendir.
İstanbul,15 milyonu aşan yerleşik nüfusa ev sahipliği yapan, dünyanın en kalabalık şehirlerinden biridir ve Doğu ve Batı arasında bir köprü olarak görülür.
İstanbul’un kent nüfusu, 1950'lerden beri onlarca kat artmıştır. Son yıllara kadar Anadolu’nun bir çok kentinden yoğun şekilde göç almış ve Anadolu’da “taşı toprağı altın” olark dillere düşmüş, yıllarca kontrol edilemez şekilde karşılaştığı göç akımı, şehrin sınırlarını hızla geliştirmiştir. Hızla oluşturulan bu yeni yerleşim yerlerini kaldırabilecek altyapı günümüze kadar tam olarak çözülememe sıkıntılarını taşımıştır.
Bu kontrolsüz yapılaşma, sehirde hala çözülemeyen ulaşım ağındaki karmaşa ve bunun ortaya çıkardığı trafik yoğunluğu ile, sadece bizde değil, tüm Avrupa’da bu yönüyle dillere destan olmuştur. Tüm bu durum, evsahibi durumundaki yerleşik nüfusu iyice daraltmış, yıllardır aldığı göçle dillere destan olan Istanbul, son bir kaç yılda göç veren durumuna dönüşmüştür. “Taşı toprağı altın İstanbul”, son yıllarda, 450 binin üzerinde göç vermiş ve İstanbul’dan özellikle Ege ve Akdeniz kıyılarına doğru göç başlamıştır.
İstanbul dünyanın en hızlı büyüyen büyükşehir ekonomilerinden birine sahiptir ve birçok yabancı şirketin, Türk şirketinin ve ulusal medya kuruluşunun merkezini bünyesinde barındırmaktadır.
Fırsat buldukça İstanbul yazıyorum. Dedim ya, İstanbul’la ilgili yazılacak o kadar şey var ki, bitmiyor. Yanlış anlaşılmasın, sadece eleştiri değil, İstanbul’un var olan güzelliklerinden ve İstanbul için yapılanlardan da söz ediyorum.
Peki bu gün neden İstanbul’u yazdım..
Benim uzunca bir süredir üzerinde çalıştığım “İstanbul’da Bir Pazar Günü” adlı bir kitabın hazırlığı içindeyim. Bu kitap; İstanbul’un değişik bölgelerinde gördüklerimi, oradaki sosyal yaşamdan gözlemleyebildiklerimi ve ilginç bulduğum anektodları, o bölgenin İstanbul’daki yeri ve tarihi özellikleri ile de süsleyerek öykü dilinde anlatmaya çalıştığım bir yazı dizisi.
İşte o amaçla hem de o yazı dizisine ek olması için, dün, hem biraz dolaşmak, hem de ailece Karadeniz’e yakın ilçelerden Sarıyer Kavaklar’daki bir balık lokantasında balık yemek için, öğlen saatlerinde Bakırköy’den yola çıktık. Gideceğimiz yere varıncaya kadar gördüklerimizi, yaşadıklarımızı ve normal şartlarda keyfini çıkara çıkara 35-40 dakikada gidebileceğimiz o yolu nasıl üçbuçuk saatte kat edebildiğimizin üzerimizde yarattığı olumsuzluğu bir kaç cümleyle yansıtmak için, İstanbul’la ilgili bu kadar söz etme gereğini duydum. Bu o kadar kısa geçiştirilecek bir gözlem süreci değildi ama, bundan söz ederken İstanbul’la ilgili bir genel bilgi verme ihtiyacı hissettim.
Bu trafik kördüğümünde, insanın her tür sıkışıklığı (!) yaşayabileceği bir yaşam biçimini, öyle kısacık geçiştirmek tabii ki zor. Ancak, o üçbuçuk saat içinde nasıl yol aldığımızı, trafiğin ne durumda olduğunu anlatacağız ama, İstanbul deyince ve İstanbul ile ilgili bir şeyler yazmak için klavye tuşlarına dokununca biraz geniş ve ayrıntılı bir giriş yapmak zorunda kalıyorsunuz. Tam konuya girecekken de bu günlük “size ayrılan yerin tükendiğinin” farkına varıyorsunuz.
Ve tabii ki sıcağı sıcağına anlatacağız, ama yarınki yazımızda.