Hükümet uyguladığı genişletici para politikası ile döviz kurlarını bilerek yükselttiğini, bu sayede ihracat ve turizmin patlayacağını, ülkede döviz rezervlerinin rekor kıracağını ve böylece kurların düşeceğini söylemektedir.

Hükümet uyguladığı genişletici para politikası ile döviz kurlarını bilerek yükselttiğini, bu sayede ihracat ve turizmin patlayacağını, ülkede döviz rezervlerinin rekor kıracağını ve böylece kurların düşeceğini söylemektedir. Yani kabaca bugün uygulanan politikanın aslında “ihracata dayalı büyüme” programı olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, Türkiye’nin kırılamayan makus talihi kronik cari açık ve buna bağlı olarak da aşırı dış borç birikimidir. Bu problemi çözmenin yolu da ihracatın milli gelir içindeki payını kalıcı olarak arttırmaktan ve ithalatın milli gelir içindeki payını düşürmekten geçer. İlk bakışta, bu gayeye ulaşmanın yolunun, “döviz kurlarını yükseltmekten geçtiği algısı” oluşmaktadır.

Hakikaten, döviz kurlarını sürekli arttırmak doğru bir politika olabilir mi? İhracat artışını belirleyen bileşenler nelerdir? Bu bileşenlerin etkileri ne kadar sürede gerçekleşebilir? İthalatı azaltmanın yolu sadece kurları yükseltmekten mi geçer, yoksa başka yöntemler de olabilir mi? Dış Ticaret fazlası vermek tek başına cari açığı azaltabilir mi? Bugün ve bir sonraki yazımda bu soruları cevaplamak istiyorum.

REEL DÖVİZ KURU, REEL PARA ARZI VE ENFLASYON İLİŞKİSİ

Üniversite birinci sınıf öğrencisiyken (1992-93 ders yılı) Taner Berksoy Hoca’mızdan aldığım İktisada Giriş dersinde iktisat politikasına yönelik iki nokta çok ilgimi çekmişti: Birincisi, genişletici para politikası uyguladığınızda kısa dönemde hem faizler düşmekte hem de milli gelir artmaktaydı. Yani para basıp ekonomiye dağıtırsak herkes mutlu olabilirdi. Acaba hükümetler neden böyle bir politika uygulamıyordu? İkinci nokta ise, döviz kuru ile ilgiliydi. Döviz kurlarını arttırırsanız hem ihracat artmakta, hem de ithalat azaltmaktaydı. Yani cari açık kapanırken ve hatta cari fazla vermeye başlarken milli gelir de artacaktı. Öyleyse hükümet belli aralıklarla devalüasyon yapmalı ve hep cari fazla vermeliydik. Niye hükümetler bunu yapmaktan kaçınırdı? Bu soruları daha iktisadı öğrenmeye başladığım ilk yılda sormuştum kendi kendime. Cevabı ise ikinci sınıfta (1993-94 ders yılı) Hurşit Güneş Hocamın verdiği Makro İktisat Dersinde teorik olarak ve 1994 krizinde de pratik olarak aldım.

İktisat dersleri verirken, biz iktisatçılar, iktisadi olguların belirleyen etkenlerin etkilerini tek tek açıklarız. Bunu yaparken de, “ceteris paribus” (Latince “diğer her şey veri iken”) kavramını kullanırız. Yani ihracat üzerinde döviz kurunun etkisine bakarken ihracatı belirleyen diğer her etkeni sabit kabul eder ve kur artışının ihracat üzerindeki etkisini tanımlarız. Aynı zamanda biz iktisatçıların önem verdiği diğer bir değişken de zamandır. İktisadi olguların iktisadi süreçlere etkisini kısa ve uzun dönem etkiler olarak ayrıştırırız.

Döviz kuru, ihracat ve ithalat arasındaki ilişkide temelde bilmemiz gereken en önemli şey ihracatın ve ithalatın reel döviz kurundan etkilenmesidir. Reel döviz kuru ile bahsettiğimiz yabancı paranın TL cinsinde reel satın alma gücüdür. Örneğin son üç aydaki dolar kuruna bakalım: Faiz indiriminden önce Eylül ayında 8,5 TL olan dolar kuru Kasım sonunda yaklaşık 15 TL civarındadır. Yani üç ayda doların fiyatı neredeyse yüzde 76,5 artmıştır. Ancak TÜFE endeksi Eylül ayında 16,98 iken Kasım ayında 17,62’ye çıkmıştır. Yani üç ayda artış oranı ancak yüzde 3,77’dir. Aynı şekilde ÜFE endeksi de Eylül ayında 741,58’den Kasım ayında 858,43’e çıkmıştır. Yani üç ayda yüzde 15,76 artmıştır. ABD’nin enflasyonunu fazla fazla üç aylık yüzde 1 olarak varsayalım. Bu takdirde reel döviz kuru Eylül’den Kasım’a TÜFE’ye göre yüzde 73,73 (%76,5 +%1 - %3,77 = %73,73), ÜFE’ye göre de yüzde 61,74 (%76,5 +%1 - %15,76 = %61,74) artmıştır.

Buradan iki nokta önemlidir: Birincisi reel döviz kurunun artması için nominal döviz kurlarının enflasyondan daha fazla artması gerekir. Döviz artış oranı enflasyondan yüksekse reel döviz kuru artar, düşükse reel döviz kuru azalır. İkincisi, fiyat artışlarının oranı yani enflasyon gecikmeyle kur artış oranına intibak etmektedir. Bu iki noktadan hareketle şu sonuca ulaşırız: Kurları yükselterek reel döviz kurunu 3 ilâ 6 ay arası bir sürede yükseltebilirsiniz. Ancak bu süre sonrasında enflasyondaki artışlarla reel döviz kuru eski yerine hatta daha da altına inecektir. Bu ise kurları arttırarak ihracatı artırmak ve ithalatı azaltmaya dayalı politikanın ancak 3 ilâ 6 ay arasında etkili olabileceği anlamına gelir. Birinci sınıf öğrencisi olarak beni yanıltan enflasyonun kurları gecikmeyle takip ederek yükselmesi ve de kısa dönemli makro analizde fiyatların sabit olduğunun varsayılmasıydı.

Benzeri bir etki genişletici para politikasında da bulunmaktadır: Ekonomide mal ve hizmetlere olan harcamaları etkileyen ne kadar para basıldığı değil, bu paranın ne kadar alım gücüne sahip olduğudur. Para arzını arttırdığınız ilk anda fiyatlar hemen aynı oranda artmaz. Bu da kısa bir süre diyelim ki 3 ilâ 6 ay arasında vatandaşta “sahte bir gelir artışı algısı” oluşturur. Ancak fiyat artışlarıyla birlikte ekstradan basılan paranın ekstra satın alma gücü de bu 3 ilâ 6 ay içinde sıfırlanacaktır. Yani başlanılan yere geri dönülecektir.

Pekiyi sürekli para basılsa ve sürekli kurları arttırsak ne olur? Ne olacak, hiperenflasyon olur. Gençlerin anlayacağı dille söylersek Venezüella’ya döneriz. Kıssadan hisse; politika faizini düşürerek kurları arttırmak/devalüasyon yapmak ve para arzını arttırmak en fazla 6 ay olumlu sonuç verir. Sonra başlangıç noktasına daha yüksek kur, daha yüksek faiz ve daha yüksek enflasyonla dönersiniz. Ben Hurşit Hoca’nın dersinde bunları öğrendiğim gibi, 1994 Krizinde de fiilen doğruluğunu tespit edebildim.

İHRACATI ARTTIRMANIN VE İTHALATI AZALTMANIN DİĞER YOLLARI

İhracatı arttırmanın kurları arttırmaktan başka kısa dönemde kalıcı bir çözümü yoktur. En azından Hükümetin elinde böyle bir araç yoktur. Çünkü reel döviz kuru haricinde ihracatı belirleyen temel etkenler dış dünya milli geliri ve ihraç mallarının dış dünya fiyatlarıdır. Dış dünya milli geliri artarsa ihracat artar, azalırsa da azalır. Dış dünya milli geliri ile kastedilen ihracat yapılan ülkelerin milli geliridir. Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülkeler başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri, Rusya ve Orta Doğu ülkeleridir. Hâliyle, Cumhuriyet Hükümetinin örneğin Almanya’nın milli gelirini arttırabilecek bir aracı bulunmamaktadır. İhraç ürünlerinin dünya fiyatlarını genel olarak hiçbir ülke belirleyemez. Ancak bunun istisnaları vardır. Eğer bir ürünün üretiminde dünyada tekel sahibi iseniz veya o ürünün fiyatını belirleyecek kadar dünya çapında askeri, siyasi ve iktisadi gücünüz varsa bu fiyatları arttırabilirsiniz. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’nin fındık haricinde hiçbir ihracat ürününde dünya fiyatını belirleme gücü bulunmamaktadır. Fındıkta ise çok yanlış politikalar sonucu, fındığı dünyaya çok ucuza satıp içeride vatandaşımıza çok pahalı olarak sunmaktayız. Kısaca ihraç fiyatlarını da belirleyemiyoruz. Son olarak hükümetin ihracata verdiği vergi teşvikleri kullanılabilir. Fakat, bu vergi teşvikleri, ancak ve ancak dış dünya gelirleri artarken ve ihraç ürünleri fiyatları yükselirken anlamlı bir ihracat artışına yol açabilir. Bunlar haricinde ihracatı kısa dönemde arttıracak bir etken yoktur. Uzun dönemdeyse hükümet hem ticaret anlaşmaları ile hem de planlı sanayi, teknoloji ve eğitim politikaları ile Türkiye’nin ihracat potansiyelini arttırabilir. Bu politikaların sonucunun alınması ise minimum 10 yıl gerektirir.

İthalatı azaltmanın en kolay yolu milli geliri düşürmektir. Bunu seçim arifesinde bir hükümet kolay kolay uygulayamaz. Hele, şu anki gibi hem yüksek işsizlik hem de yüksek enflasyon varsa, milli geliri düşürecek politikalar işsizliği daha da azdırır. İthalatı belirleyen bir başka etken de ithal mallarının dış dünya fiyatlarıdır. Türkiye’nin ve Cumhuriyet Hükümetinin ithal ettiğimiz malların fiyatlarını düşürebilme gücü de bulunmamaktadır. Son olarak ithalata uygulanan vergiler arttırılabilir. Bu politikanın sonucu, Türkiye’de genelde, ithalatta azalma olmaz. Çünkü ithal ettiğimiz malların yüzde 70’i olan yatırım malları (fabrikalarda üretim için kullanılan makinalar) ve enerji hammaddeleri (petrol ve doğalgaz gibi) zorunlu mallardır. Yani ithalat vergisini arttırsanız bile ithalat yine yapılır, vergiden kaynaklanan maliyet de fiyat artışıyla müşteriye yansıtılır. Dolayısıyla, tıpkı ihracatta olduğu gibi ithalatı da kısa dönemde azaltacak “mucizevi bir politika” yoktur. Ama uzun dönemde, örneğin sermaye mallarını yerlileştirmek gibi amaçlarla, sanayi politikaları ithalat yapımızı kökten değiştirebilir. Bu da yine 10 yıl gibi bir süreyi gerekli kılar.

Hep ihracat ve ithalattan bahsettik. Ama cari açık sadece ihracat ve ithalat farkından oluşmaz. Türkiye için en önemli üçüncü cari açık bileşeni dış borç ödemeleridir. Dış borç hacmini, onun faizini ve vatandaşın üzerinde oluşan TL cinsinden dış borç yükünü analize dahil etmezsek eksik kalırız. Bunu da Cuma’ya bırakalım.