AGAVE’Yİ OKUDUĞUMDA

Agave, yaklaşık bir ay önce Mythos yayınlarından çıkan bir öykü kitabı. Kitap sembolik dili ve güçlü metaforlarıyla postmodern öykücülüğün okuduğum en iyi örneklerinden biri bana göre. Sembolik bir dille kısa kurulmuş cümlelere, derin anlamlar yüklenmiş öykülerde. Yazar Meryem Güneş Berberoğlu, ön sözünde bahsettiği gibi az şeyle çok şey anlatmayı başarmış öykülerinde. Benim bu yazıyı kaleme alma sebebim, bu kitapta en çok dikkatimi çeken “Göç” öyküsüdür. Türkiye dışında tüm dünyanın sessizce izlemeyi seçtiği Gazze’de kadın olmanın yokluğu, Göç öyküsünün ana teması olmuş… Göç öyküsünde yazar, diğer öykülerde olduğu gibi bir kadın karakteri ana karakter olarak kurgulamış. Bugün Ortadoğu’da özellikle Gazze’de yaşanan acılardan -bir kadınının yaşayabileceği -en büyüğünü yaşayan Gazzeli bir kadının acısını anlatmış. Bu soykırımda çocuklarını kaybeden bir annenin göçü sembolik bir dille dünyaya haykırılmış.

GÖÇ ÖYKÜSÜNDE ZEYTİN, ÇINAR SEMBOLÜ VE KADIN

“Göç, kadının en hüzünlü hikâyesi. Önce kendine göçtü, sonra da kendinden göçtü bir kadın.” diye başlıyor öykü… Bir zeytin ağacının gözünden orada yaşanan zulüm resmedilmiş adeta öyküde. “Yıkıntılar arasında ağaçlar bitmez, evlerin bacası tütmez” dedi kadın. Bir ağaç, güz yapraklarını sorgusuzca savuruyordu. Alışmıştı vaz geçmelere; sararan yapraklarını feda etmeye rüzgâra, alışmıştı ağaç, birden kararan havaya, birden açan güneşe, birden bastıran yağmura. Yine de yeşilimsi hayaller kuruyordu her gün. Sarılarını yeşile boyayacak, bir daha tomurcuklanacaktı bir zaman sonra. Kafası karışıyordu bazen. Buralarda ağaç olmaktan yorulmuştu. Çünkü bu diyarlarda, mevsim hep sonbahardı. Kendini avutacak bir şeyler buluyordu yine de. “Ne kadar sallansam da fırtınada; köklerim sağlam” diyordu. Bir gün büyük bir fırtına koptu. Ağacın kafası iyice karıştı. Sonra bir gürültüyle bir uçak geçti üzerinden, silkelendi köklerinden. Çıkmayı diledi ilk kez topraktan. Bilseydi böyle bir şey dallanmak, ağaç olur muydu hiç? Bilseydi böyle bir şey budaklanmak, olur muydu ağaç hiç? Böyle bir şeydi işte ağaç olmak. Böyle bir şeydi işte yaşamak… Elleriyle düzeltti saçlarını, daha da karıştı kafası, arapsaçına döndü tasası. Umurunda değildi pilotun ağaç mağaç. Kocaman bir bomba attı, zamanın en karanlık yerinden. Bir testereyle kesilmeyi diledi ağaç, yapraklarıyla bedeninden. Daha az kanardı, yeşil gözleri ferinden.” Öykünün ilk bölümünde yer verilen yukarıdaki zeytin ağacı betimlemeleri ve sembolleri soykırımın başladığı Ekim ayı sonbahar mevsimini işaret etmiş. “Elleriyle düzeltti saçlarını, daha da karıştı kafası, arapsaçına döndü tasası.” betimlemesinde Gazze’nin kendi coğrafyasında bile yalnız bırakılışı, seçilen uygun kelimelerle sembolize edilerek kuvvetli bir biçimde öne çıkarılmış. Özelikle seçilen zeytin ağacı, öyküde tüm dinlerdeki kutsallığını ve bu kutsala yapılan soyut ve somut katliamı gözler önüne seriyor. Zeytin ağacı, insani değerleri, destansı ve dini motifleri barındıran bir sembol öyküde... Kur’an-ı Kerim’de Nur suresi 35. ayette “doğuya ya da batıya ait olmayan zeytin ağacının yağı, ateşe değmeden bile ışık verir.” ifadesine yer veriliyor.

İlyada destanında ise;

Homeros, bir zeytin ağacına yaslanır. Zeytin ağacı “Ben herkese aitim ve kimseye ait değilim, sen gelmeden önce de buradaydım. Sen gittikten sonra da burada olacağım.” der. Bu iki örnekteki ifadeler; zeytin ağacının, modern dünyanın insanlığı esir aldığı ekonomik, teknolojik güç dengelerinin üzerine olan kutsallarımızın ve değerlerimizin sembolü olduğunu vurgular. Öyküdeki bölümlerden; “Kayıtsız bir ölüm onlarınki… Kimse onları omuzlarında taşımayacak. Haklarını kimlere helal ettiler? Kimsenin umurunda olmayacak. Alelade bir çukur kazılıp atılıverecekler; bir ağacın koynuna. Bir spiker, adlarını bile okumadan; sayısız ölüden, sayabildikleri üç kişi olarak vurgulayacak akşamleyin. Unutkan seyirciler, sayıları bile aklında tutamayacak. Zaman, olanları karanlıklara gömecek. Kimse kimseye bunun hesabını sormayacak. Hesapsızca çürüyecekler kömürden bir ağacın dibinde. Gün, başlayacak, bitecek. Dünya, daha da kasvetli dönecek. Mevsimler, çiçekleri, ağaçları dallandırıp, budaklandıracak. Bir zaman sonra yok olup gidecekler, onlar da diğerleri gibi… İnsanlık utanmayacak.” bölümü ve bu bölümün sonuna eklenen “Bir ağaç soracak; çocukların kuşlarla uçuşan cıvıltılarını, gölgesindeki kadını.” betimlemeleri, zeytin ağacının simgelediği sonsuz ışıktır. Bu ışık, insanlığın, insani değerlerin, gerçek aydın ve modern insanın temsilidir. Öyküdeki “Ağaç, kömürden bir heykel şimdi.” ifadeleri ise Gazze’nin yaşadıklarına sessiz kalan insanlığın bu kapkara çağdaki betimlemesidir. Ne yazık ki bugün bu ışık sönmüştür yazara göre. Zeytin ağacı kutsallığın, bolluğun, adaletin, aklın, arınmanın ve yeniden doğuşun; yani insanlık için en önemli erdem ve değerlerin sembolüdür çünkü. En çok da barışın sembolüdür. Nuh tufanından sonra Nuh peygamberin dünyanın düzene girip girmediğini anlamak için gönderdiği bir güvercin, ağzında zeytin dalı ile geri döner. Anlaşılır ki dünya huzurlu ve düzene girmiş. Oysa Agave’de yer verilen Göç öyküsünde huzurun ve barışın simgesi olan zeytin ağaçları, kömürden bir heykel haliyle bu vahşetin en canlı sembolüdür aynı zamanda. Zeytinin ana vatanı Filistin’dir oysa. Ne büyük tezattır ki bugün kömürleşen vicdanların temsili o bölgedeki kara yanık zeytinler, yerini binlerce sabır otlarına/agavelere terk etmiştir. Sesin sözün dillendiremediği bir acıyla baş başa bırakılan Gazzeli kadınlar, kara lekeli çağın Agaveler’idir. “Üstü başı yırtık, eli yüzü kapkara. Gözlerini göremiyor. Ama biliyor; uçsuz bucaksız bir çöl gözleri. Orada şehirler yok, ağaçlar yok, çiçekler yok, kuşlar çoktan terk etmiş. Bulamıyor kadın yolu. Bir çölde ne yapılır, diye düşünüyor. Bildiği çöl hikâyelerini geçiriyor aklından. “Bu başka, bu bir kum fırtınası…” diyor, kendi kendine, kadın. Ortadoğu’daki hiç bitmeyen kum fırtınalarında yok olmanın adı, kadın olmak, öyküde. Öyküdeki en çarpıcı “Küçücük bedenleri, ölmeyi erkenden öğrenmiş; ama ölümü henüz bilmiyorlar.” betimlemesiyle; bu cüce yüzyılda sabır otlarının gölgesinde anne olmanın adıdır Gazze, bu öyküde.

Ve öyküde;

“Uzakta bir kuş sürüsü görüyor. Takip ediyor kuşları. Bir yere varıyor sonunda. Günlük güneşlik bir yer. Bahçe içinde bir ev... Bahçede resim yapıyor bir kız çocuğu. Oğlan çocuğu, uçağa yolcuları doldurmuş, uçuyor maviliklere. Mutfak penceresinde bir kadın, çiçekli masa örtüsünü çırpıyor bahçeye. Bir ağaç var bahçede. Dimdik gururla selam veriyor kadına. Çölleri kökleriyle sulamış koca bir çınar o.” betimlemeleri ise bana göre öykünün en can alıcı kısmı. Işığın sembolü zeytinle başlayan Göç öyküsü, yine bir ağaç sembolüyle sonlandırılıyor. Dünyanın sessiz kaldığı bu vahşete diplomatik, siyasi, hukuki ve insani anlamda varlık gösteren tek ülke Türkiye devleti, çınar ağacı ile sembolize edilmiş. Sonsuzluğun sembolü çınar ağacı ile Türkiye’nin; geçmişten günümüze zulmün adaletsizliğin, vahşetin, dünyada var olan tüm kötülüklerin köklü bir biçimde karşısında duracağı ve sonsuza dek hep var olacağı ortaya konulmuş. Bana göre bu betimleme ile öyküde zirve yapılmış. Yapılan zulmün, tüm dünyanın gözlerinin önünde gerçekleşmesi ve dünyanın sessizce izlediği bu vahşetin sabır taşları, en çok kadınlar ve değerlerimizdir öyküye göre. Yapayalnızlığın, kimsesizliğin, çaresizliğin, yok olmanın ana vatanıdır Gazze, göç öyküsünde. Kara lekeli bu çağda ömründe bir kez açabilen sabır otu Agave, Gazze’ de cüce bir yüzyıl şimdi… Dünya sahipsiz, Ortadoğu sahipsiz, Gazze kimsesiz. Agave öykü kitabıyla; dünyanın kaybettiği insani değerleri kadın karakterler gözüyle ortaya koyan ve Göç öyküsüyle günümüz Filistin, Ortadoğu gerçeğini, bir kadın karakter yansımasında iki ağacın gözünden okuma yapan ve büyük resmi öyküde ortaya koyabilen yazarımızı, kutluyor ve teşekkür ediyorum. Ve Agave'yi herkese tavsiye ediyorum.