Yazar Mustafa Ali Yurdupak, 1940'lı yılların çalkantılı dünyasında geçen bir casusluk hikâyesini anlattığı kitabı "Gündönümü Harekâtı"nı okurları için anlattı.
Edebî kurgusunun dışında Türkiye ve dünyadan yaşanmış izler de sunan “Gündönümü Harekâtı”, bir dönemin diplomatik ilişkileriyle ilgili önemli notlar düşüyor.
Nazi Almanyası’ndan kaçarak Türkiye’ye gelen değerli bilim insanlarından biri olan Paul Winkler’in gizemlerle dolu hayatından yola çıkarak, tarihî bir döneme ışık tutan “Gündönümü Harekâtı” adlı kitabın yazarı Mustafa Ali Yurdupak, merak edilenleri anlattı.
Diplomatik İlişkilere Edebî Bir Kurguyla Bakılıyor
Güçlü edebiyat kurgusunun yanı sıra tarihsel gerçeklerle de adından söz ettiren “Gündönümü Harekâtı” toplama kamplarından cinayetlere, istihbarat faaliyetlerinden yarım kalan aşklara dek savaş yıllarının İstanbul ve Almanya’sına geniş bir bakış açısı sunuyor. Karşı tarafın hamlelerine engel olmak için oynatılan satranç taşları misali ilerleyen “Gündönümü Harekâtı”, Soğuk Savaş Dönemi’ne yaklaşılan bir sürece ilişkin tespitler de sunuyor. Savaşın yıkıcı koşullarını satırlarına taşıyan yazar Yurdupak, diplomatik ilişkilere zekâ, cesaret ve vatan sevgisi noktasından bakıyor.
2021 yılında İnkılâp Kitabevi imzasıyla yayımlanan “Gündönümü Harekâtı”, Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı görevinin yanı sıra bir dönem New York’ta Ticaret Ataşesi olarak da görev alan ve Harvard Üniversitesi’nden mezun olan Mustafa Ali Yurdupak’ın ilk kitabı olarak okurlarıyla buluşuyor.
-İlk kitabınız “Gündönümü Harekâtı”ndan bahsetmeden önce kısaca kendinizi anlatır mısınız? Edebiyata olan alakanız nasıl başladı?
Samsun’da doğup büyüdüm. İstanbul’daki üniversite yıllarından sonra meslek için Ankara’ya taşındım. Kamu görevi odaklı kariyerim devam ediyor. Uluslararası bir kuruluşta kapsayıcı ve sürdürülebilir kalkınma alanında çalışıyorum. Edebiyata ilgim, okuma yazmayı öğrenmemle başladı diyebilirim. Bilirsiniz, Jules Verne romanlarının kısaltılmış versiyonları çocuk edebiyatının ürünleri arasında sayılır. “Denizler Altında 20.000 Fersah”ı okuduğumda âdeta büyülenmiştim. Hemen ona benzer bir hikâye yazmaya başladığımı ve küçük bir defteri o hikâyeyle doldurduğumu hatırlıyorum. Bunu yaptığımda 8 yaşlarında olmalıyım. Edebiyat tutkusu o zamandan bu yana devam ediyor.
-Edebiyat ile yıllardır bağınız olmasına rağmen aldığınız eğitimlerin ardından “Gündönümü Harekâtı”nı kaleme almışsınız. Peki aklınızda olan bir konuyu mu şekillendirdiniz yoksa bu süreç içerisinde mi kitabınızı oluşturmaya başladınız?
Konu aklımda yoktu. “Hep düşünegeldiğim bir hikâyeyi romanlaştırmak için bu işin özel eğitimini alayım,” gibi bir dürtüyle hareket etmedim. Katıldığım kurs sonrasında yazma macerama nasıl devam edebileceğim hakkında da kursa başlamadan önce veya kurs sırasında da bir fikrim yoktu. Bir blog açabileceğimi ya da edebiyat dergilerine hikâyeler yollayabileceğimi düşünüyordum. Kursun son haftalarında yaptığımız bir çalışmada “Gündönümü Harekâtı”nın baş kahramanı Amcabey’in ilk taslağı diyebileceğim bir karakterin içinde yer aldığı kısa bir hikâye kaleme almıştım. Kurstaki son çalışmamız ise bir romanın konu planını oluşturmaktı. Ben konu planını oluşturduğumda bu karaktere o planda yer vermemiştim. Neden sonra planı ve karakteri birleştirmeyi akıl ettim. Romanı yazmaya kendimi hazır hissediyordum. Bu his bana edebiyatta nerede olacağımın da cevabını vermiş oldu.
-Kitabınız, Türkiye’de II. Dünya Savaşı’nda yaşananlara ışık tutan bir kurguya sahip. Sizi bu konuya iten neden ya da nedenler neydi?
Hiç anlatılmamışı anlatmak istiyordum. Ama “gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı,” denir ya Türk yazınında da bu zaman dilimine ya da konuya dair elbette eserler var ama sayıları çok az. Bir çırpıda sayıverebilecekleriniz bir elin beş parmağını geçmez. Alanın bu az işlenmişliği beni cesaretlendirdi. Bu benim ilk romanım. Çok sayıda ve önemli eserlerin olduğu bir zaman dilimi ya da konu gözümü korkutuyordu Yazılanların kötü bir taklidi olmaktan çekindim.
Bu zaman dilimine kişisel merakım da vardı. Yazacağım romanı besleyebileceğim materyal konusunda sıkıntı çekmeyeceğimi biliyordum. Bu devre ait merak, biraz büyük annemden miras denebilir. Onun genç bir kadın olarak şahit olduğu o yıllara dair hatıralarını dinleyerek büyüdüm. Kuvvetli bir hafızası ve kendine has bir üslubu vardı. Onu sıkılmadan saatlerce dinlerdim. O da anlatmaktan usanmazdı. 1940’lara onun sayesinde yolculuk yapardım. İlk romanımda da o devirlerde geçen bir konu seçmek istedim.
-Romanınızdaki karakterler, dönemin dilinde konuşmasıyla da dikkat çekiyor. Bu durum size ne gibi zorluklar yaşattı?
Büyük annem sayesinde bu kelimelere büyük ölçüde aşinaydım. Çocukluğumun geçtiği ’80’lerde bu kelimeler artık kullanılmıyor olsa da onun sözcük dağarcığında vardı ve canlı kullanımına şahit oluyordum. Bu nedenle çok zorlanmadığımı söyleyebilirim. O dönemin dili elbette şimdiki Türkçe’den farklı ama Osmanlıca kadar da ağdalı değil. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali, Peyami Safa okuduğunuzda bu dille zaten karşılaşıyorsunuz. Elbette okuyup anlamakla onu kullanarak yazmak arasında bir fark var. Zorlandığım zamanlar da oldu. Çeşitli yöntemlere başvurdum. Dil devriminin olduğu 1930’larda basılan Öztürkçe sözlükler var. Eski kelimelere bulunan yeni karşılıkları veriyor ama yeni kelimelerin eski karşılıklarını veren bir sözlük tipi yok. Bu noktada şöyle yaptım: Malum İngilizce bizim dilimiz kadar değişmiyor. İngilizce bir kelimenin 1930’larda basılan İngilizce-Türkçe bir sözlükteki karşılığını kullanmayı akıl ettim. Söz gelimi “görkemli” sözcüğü yerine 1940’larda yaşayan bir karakter hangi kelimeyi kullanırdı diye düşünüyorsunuz. “İhtişamlı” olabilir ama bunu da uygun görmediğinizi varsayalım. 1930’lar veya öncesinden kalan bir İngilizce-Türkçe sözlükte “magnificient, majestic” gibi kelimelere baktığınızda göreceğiniz karşılıklar arasında “mutantan” da olacaktır. Buyurun size bir sözcük! Sözcükler tek başına yeterli olmaz. Bunları kullanırken yapay durmamasını da sağlamalısınız. Eski gazeteleri okumak, o yıllarda çıkmış tefrika romanlardaki kullanımlara dikkat etmekle bu tuzaklara düşmemeye çalıştım.
-Bürokrasi alanında önemli görevler üstlenmiş bir yazarsınız. Mesleğiniz ve bulunduğunuz çevre edebî anlayışınıza nasıl yansıyor?
Mesleğimin edebi anlayışımı nasıl şekillendirdiğine dair bir yargıda bulunmam zor olur. Memuriyetten gelen çok sayıda yazar var ve üslupları çok farklı. Mesleğin yazarın edebî anlayışını belirleyen önemli bir etmen olup olmadığından da emin değilim. Yazarsınız ama hayatınızı yazarak kazanmıyorsanız mesleğinizin yazarlığınızda bir detaya dönüştüğünü düşünüyorum. Ben bir casus romanı yazdım. 1940’ların Türkiye’sinde o zamanların MİT’i olan Millî Emniyet Hizmeti yani MAH bünyesinde çalışan istihbaratçıların başından geçen bir macerayı anlattım. İstihbaratçı da olsa bir memur öyküsü anlatıyorsunuz. Bürokrasinin kendine has kurallarının orada da işlediğini düşünüyorum ki John Le Carre’ın romanları bunun kanıtıdır. Benden farklı olarak istihbarat mesleğinden yetişen bir yazar olan Le Carre’ın bir romanında soğuk Savaş sırasında Doğu Bloku’ndan devşirilen bir muhbirle Helsinki’de buluşmaya giden istihbaratçının alacağı harcırahı düşündüğünü anlatan satırlara rastlarsınız. Eğer istihbaratçı deyince aklınıza gelen en seçkin İngiliz terzihanelerinden giyinen ve Aston Martin kullanan James Bond ise o dünyaya dair gerçekçi bir yaklaşımınız olmadığını söyleyebilirim. Nitekim gelmiş geçmiş en önemli çifte ajanlardan Duşko Popov James Bond için “Çok kısa sürede yakalanırdı,” demiştir ki kesinlikle haklı.
Bu söylediklerimden istihbaratçıların küçük hesaplar peşinde koşan küçük memurlar olduğu gibi bir anlam çıkarılmasını istemem. Vatansever ve yetenekli olanlarının gerçekten efsaneleştiği çok ayrı bir meslekten söz ediyoruz ama gün sonunda bir yasası olan bir kamu kurumunun çalışasınız ve bu çalışanına bir sınır çiziyor. O dünyada da maaşlar, harcırahlar, yükselme imkânları, klikler, kadrolaşmalar, tasfiye edilmeler var ama farlarından ağır makineli tüfeklerin çıktığı Aston Martinler yok.
-Gelecek projeleriniz var mı? Varsa okurlarınızı neler beklediğine dair kısaca bilgi verir misiniz?
“Gündönümü Harekâtı”nın kahramanı Amcabey lakaplı Münir Şekip Alkan’ın ilk romanın geçtiği zaman diliminden altı yıl önce, 1936’da, başından geçen bir başka öyküyle okurların karşısına çıkacağım. Bu defaki düşman Naziler olmayacak. Sürükleyici bir öykü okurları bekliyor.