İSLAM DÜNYASI NEDEN GERİ KALDI? - IV: MİLLİ KİMLİK VE MİLLET OLUŞUMU

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
İslâm Dünyası'nın 18'inci Yüzyıldan itibaren Batı emperyalizmi karşısında zayıflaması ve gelişmede geri kalmasının nedenlerinden dördüncüsü millet olamama ve ortak bir milli kimlik geliştirememedir. Bugün milli kimlik oluşumunun toplumsal gelişme ve iktisadi ilerlemedeki etkisi üzerine görüşlerimi sizlerle paylaşacağım.

 MİLLETİN TANIMI NEDİR?

Bazı yerlerde tanımlamak için ulus kavramı da kullanılan ama benim tercih ettiğim tanımla millet, insan bireyleri arasında kolektif bir kimliğin, dil, tarih, etnik köken, kültür, bölge veya toplum gibi belirli bir nüfustaki ortak özelliklerin birleşiminden ortaya çıktığı geniş bir toplumsal organizasyon türüdür. Bazı milletler etnisite / soy birliği etrafında inşa edilirken, çoğunlukta olan diğerleri ise siyasi anayasalarla sınırları ve içeriği belirlenen toplumsal organizasyonlardır.

Bir millet, genellikle, bir etnik gruptan daha açık bir şekilde siyasi şuurla oluşur. İrlandalı siyaset bilimci Benedict Anderson, milleti "hayali bir siyasi topluluk” olarak tanımlamış ve “en küçük ulusun üyelerinin bile diğer üyelerin çoğunu asla tanımayacağı, onlarla tanışmayacağı ve hatta onların isimlerini bile duymayacağı, yine de her birinin zihninde ortak toplumsal değer ve normlara dayalı bir topluluğa mensubiyet duygusunun hâkim olduğu” bir topluluk olarak açıklamıştır. Anderson’ı destekleyen şekilde İngiliz sosyolog Anthony Smith de milletleri özerkliklerinin, birliklerinin ve özel çıkarlarının bilincine varan kültürel-politik topluluklar olarak tanımlamıştır.

Son dönem akademisyenler arasındaki fikir birliği, milletlerin sosyal olarak inşa edilmiş, tarihsel olarak tesadüfi ve örgütsel olarak esnek olduğu yönündedir. Tarih boyunca insanların akraba gruplarına ve geleneklerine, bölgesel otoritelere ve anavatanlarına bağlılıkları olmuştur, ancak milliyetçilik (devlet ve milletin bir ulus devlet olarak aynı hizada olması gerektiği inancı) 18. yüzyılın sonuna kadar öne çıkan bir ideoloji haline gelmemiştir.

SOSYAL BİLİMLERDE MİLLETİN FARKLI TANIMLARI

Milletlerin nasıl oluştuğu ve geliştiğine dair üç dikkate değer bakış açısı vardır: Halk arasında popülist milliyetçilik anlayışlarını yansıtan ancak günümüzde akademisyenler arasında büyük ölçüde gözden düşen primordializm / ilkelcilik, her zaman milletlerin var olduğunu ve milliyetçiliğin doğal bir olgu olduğunu öne sürer. Bu anlayışa göre millet soy birliği etrafında şekillenir. Etnosembolizm milliyetçiliği dinamik, gelişen bir olgu olarak açıklar, devamında milletlerin ve milliyetçiliğin gelişiminde sembollerin, mitlerin ve geleneklerin önemini vurgular. Bu daha çok ortak kültürel ve dini değerler etrafında milletin tanımlanmasına dayanan bir bakış açısıdır. Milletin bugünkü akademik camiada baskın tanımı olarak primordializmin yerini alan modernleşme teorisi, yapılandırmacı bir yaklaşımı benimsemektedir ve millet kavramının, sanayileşme, şehirlileşme, kitlesel eğitim gibi miili bilincin oluşmasına katkıda bulunan modernleşme süreçleri nedeniyle ortaya çıktığını öne sürer. Ben de modernleşme teorisini savunmaktayım.

Modernleşme teorisinin savunucuları, milletleri, yukarıda bahsettiğim Anderson tarafından türetilen bir terim olan "hayali topluluklar" olarak tanımlamaktadır. Bir millet, “genişletilmiş ve paylaşılan bağlantıları hayal etmek için maddi koşulların mevcut olması ve millete mensup her birey kendisini öznel olarak başkalarıyla somutlaşmış bir birliğin parçası olarak deneyimlese bile nesnel olarak ortak bazı değerlere dayanması” anlamında hayali bir topluluktur. Hocam ne demek şimdi bu? Şöyle basitleştireyim: Örneğin Türkiye’de 85 milyon Türk olarak hepimizin birbirini tanıması, birbirimizle maddi ilişkiye girmemiz mümkün değildir ama Türk vatanı hepimizin evi, Türk Bayrağı hepimizin bağımsızlık sembolü, Filenin Sultanları hepimizin gururu, Cumhuriyet hepimizin devletidir. Çoğu zaman, bir milletin üyeleri birbirlerine yabancı kalır ve muhtemelen hiçbir zaman bir araya gelmeyeceklerdir buna rağmen birbirini tanımayan bu insanların ortak bir vatandaşlık şuuru etrafında birleştiği gözlemlenir. Sonuç olarak sosyal bilimcilerin çoğu tarafından millet, ortak duyarlılığın bir tür kolektif kimlik sağladığı ve bireyleri siyasi dayanışma içinde birbirine bağladığı "icat edilmiş bir gelenek" tarafından bir araya getirilmiş bir topluluk olarak görülür. Bununla birlikte bir milleti bir araya getiren temel "hikaye" etnik niteliklerin, değerlerin ve ilkelerin bir bileşimi etrafında inşa edilebilir ve aidiyet anlatılarıyla yakından bağlantılı olabilir. Buna rağmen milleti inşa eden modern devlet kurumlarıdır.

20. yüzyılın sonlarında sosyal bilimcilerin çoğu iki tür millet olduğunu savundu: Fransız cumhuriyetçi toplumunun başlıca örneği olduğu sivil millet ve Alman halklarının örneklediği etnik millet. Alman geleneği, Johann Gottlieb Fichte gibi 19. yüzyılın başlarındaki filozoflardan kaynaklanmakta ve onları diğer milletlere mensup insanlardan ayıran ortak bir dili, dini, kültürü, tarihi ve etnik kökenleri paylaşan insanlara atıfta bulunuluyordu. Zaten bu gelenek primordializmin temelini oluşturmaktaydı.  Öte yandan sivil milletin izleri Fransız Devrimi'ne ve 18. yüzyıl Fransız filozoflarından kaynaklanan fikirlere kadar uzanıyordu. Temelde bir devletin vatandaşlarından oluşan ve "birlikte yaşama" isteğinin merkeze alınması, bunun da bir onaylama eyleminin sonucu olarak ortaya çıkan bir millet yaratması olarak anlaşılmaktaydı. Bu, diğerlerinin yanı sıra, Ernest Renan'ın da vizyonudur. Anlaşılacağı üzere modernleşme teorisi sivil millet tanımına dayanmaktadır.

Özetleyecek olursak çağdaş akademik camianın çoğunluğunun kabul ettiği millet tanımına göre bir devletin vatandaşı olarak ortak milli eğitimden geçen, şehirlileşmiş ve sanayileşmiş toplumlarda daha hızlı gelişmesi beklenen ve ortak kültürel, coğrafi ve tarihsel değerlerle pekişen “birlikte yaşama” isteğinin bir araya getirdiği topluma millet adı verilir.

MİLLET OLMA BİLİNCİ GELİŞMEYİ NASIL ETKİLER?

Millet olma bilinci ya da eskilerin tabiriyle milli şuur öncelikle bir toplum içinde dayanışma ve toplumsal güveni pekiştirirken, toplumsal ayrılıkları, iç savaşa dahi gidebilecek toplumsal çatışmaları yatıştıran bir unsurdur. Bir toplumun gelişmesi ve kendi kaderini tayin edebilmesi için yönetim hakkının doğrudan kendine ait olduğunun bilincinde olması, toplumun çıkarlarının kendi çıkarlarıyla örtüştüğüne inanması ve kurulu düzene güvenmesi esastır. Atasözünde dediği gibi: “Birlikten kuvvet doğar!” Sanayileşmiş ve gelişmiş ekonomilerde bireylerin vatandaşlık bilinci de en üst düzeydedir. Devletin koyduğu kurallara uymaları için insanlar zorlanmaz aksine insanlar birbirlerine ve devlete güvendikleri için gönüllü olarak kurallara uyarlar. Bu seviyede bir vatandaşlık bilinci demokrasinin de sağlıklı işlemesine yol açar.

İlk çağ topluluklarında, ortak kimlik aşiret ve boylar etrafında oluşurdu. Bu millete göre çok daha küçük ve dışlayıcı bir tanımdır. 20’inci yüzyılda Batı’da peydah olan ve Dünya’yı yok olmanın eşiğine getiren “ırkçılık fikri” bu ilk çağ topluluklarının kimlik anlayışını yansıtır. Orta çağ toplumlarında insanları bir araya getiren ortak kimlik ise dini mensubiyettir. Bugünkü teokratik rejimler ve onların dayattığı toplumsal kimlik, bu yüzden, orta çağdan kalmadır ve ilkel tarım ekonomisinin değer ve normlarını yansıtır. Millet ise sanayileşmiş ve şehirlileşmiş toplumların ortak kimliğidir. Milli kimliği oluşturan ana unsur bireylerin sisteme ve birbirlerine olan güvenidir. O yüzden hukukun üstünlüğü ilkesi ve kanunların tarafsızca ve ayırım olmaksızın uygulanması önemlidir. Milli şuurun kuvvetli olduğu toplumlarda sosyal sermaye de kuvvetlenir.  

İSLAM TOPLUMLARI NEDEN MİLLETLEŞEMEDİ?

Dünyadaki İslam toplumları içinde millet olma bilincine sahip iki toplum görürüz: Türkiye ve İran. Bunlara Sovyetler Birliğinden kalma oldukları için henüz gelişme aşamasında olsalar da başta Azerbaycan olmak üzere Türk Dünyası ülkelerini ve Bosna Hersek’i de ekleyebiliriz. Bunlar haricindeki İslam ülkelerinde insanların birbirlerine ve kurulu devlet düzenine güvenleri yok denecek kadar azdır. Hukukun üstünlüğü değil Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle “üstünlerin hukuku” hakimdir. İktidarı ele geçiren her türlü torpili, kayırmacılığı yapar. İktidar “millete hizmet makamı” değil, şahsi zenginlik ve ikbal elde etme aracı olarak görülür. Toplumlar genelde ortaçağdan kalma dini kimlikler etrafında veya ilk çağlardan kalan kabile kimlikleri etrafında örgütlenme aşamasındadır. Bu yüzden, bu ülkeler, emperyalistlerin her türlü ayak oyununa açık ve iç savaşa müsait toplumsal yapılar üretirler. Birbirine güvenmeyen, vatandaşı olduğu devlete ve mensubu olduğu millete aidiyet hissetmeyen, kendi komşularını düşman olarak gören bireylerin olduğu toplumlar ortak bir kalkınma hedefini de üretemezler, üretseler bile o hedefe doğru ilerleyemezler. İslam toplumlarının çoğunun geri kalmasının bir sebebi de, bu yüzden, bu toplumların bir millet vasfına yeterince sahip olamamalarıdır.