Yine savaş, yeni bir savaş. Tekrar ağlamaya başladı kadınlar, çocuklar öksüz, anneler evlatsız kalmaya başladı.

Yine savaş, yeni bir savaş. Tekrar ağlamaya başladı kadınlar, çocuklar öksüz, anneler evlatsız kalmaya başladı. Ekmeğe ve suya muhtaç çaresiz insanlar yollara düşmeye, acılar birbiriyle yarışmaya, insani kriz kapıya dayanmaya başladı yeniden. Kolları, bacakları kesilmiş insanları, kefensiz kalmış ölüleri görmeye başladık yeniden. Orta Doğu’nun kaderi kan ve gözyaşı yeniden sel oluyor.

Atılan bombalarla bütün bedeni kanlar içinde olan ve sargılardan sadece gözleri ve ağzı görünen sedye üstünde Filistinli bir çocuk… Daha başındayken hayatının sonuna geldi belki de. Yanındaki sedyede yatan durumu ağır yaralı babasıyla konuşmaya çalışıyor. Babası oğluna “İyi misin” diyebiliyor. Sargılar içindeki çocuk yalvarır bir beden diliyle “Ben iyiyim baba, ne olur sen iyi ol” diyor. Ekranlara yansıyan binlerce acıdan sadece birisi bu.

Kendini savunma gücü olmayan çaresizlere tonlarca bomba yağdırmanın yükünü hangi kelimeler, hangi anlamlar taşıyabilir ki?

Neden ne olursa olsun ve nereden gelirse gelsin insana karşı zulüm kabul edilemez. Denizde ölen balıklar için uluslararası kampanyalar açan ileri toplumların, insan kıyımına sessiz kalması bir yana ülkelerinde yapılan protestoları yasaklamalarına ne diyeceğiz? Yeni enerji kaynaklarına sahip olma, daha çok silah satma, daha da güçlenme gibi içgüdülerini, insani değerlerin önünde tutan liderler hiç bu kadar çoğalmamıştı ve hakkı, adaleti savunan, doğruları söyleyen dünya lideri hiç bu kadar azalmamıştı yeryüzünde.

Oysaki dünya tarihi, madden kazanıldığı halde ahlak ve vicdan olarak kaybedilen savaşlarla doludur. Kaynaklara el koyulabilir, şehirler yıkılabilir, insanlar öldürülebilir ama davalar yok edilemez.

ZULÜM KABUL EDİLEMEZ

Dünyaya doymayanlar, yeryüzünü yeniden kana bulamak için var güçleriyle uğraş veriyor ve küresel güç dengeleri hızla değişiyor. Dünya inanç kökenli medeniyetler çatışmasına yöneliyor. Zayıflayan bedenlerin hızla hastalanması misali gücü tüketilen devletler de zayıf düşüyor ve türlü taarruzlara açık hale geliyor.

Yanı başımızdaki bu gelişmeler fert ve toplum olarak kendi durumumuza yeniden daha büyük bir güç ve bilinçle odaklanmamızı gerektirir. Ailemizde, işletmemizde, devletimizde ve nihayet dünyada olup bitenlerde benim payım nedir sorusunu sormanın vaktidir. Külli kader yolculuğumuzda hayat yolunun trafiğindeki davranışlarımızı, kişi ve toplum olarak gözden geçirmek zorundayız. Ne iş yapıyor olursak olalım, bize bağışlanan hayatın hakkını ne düzeyde verdiğimiz sorusu, şimdi çok daha önemlidir.

Zira yeni bir dünya dengesi oluşuyor. Bu küresel dengede devletimizin yeni yüzyılında yeni bir konuma yürüdüğü ve yıldızının giderek parladığı bir gerçek. Devletimiz, yakın çevresinde olduğu gibi dünya üzerindeki ağırlığı ve caydırıcılığıyla da mesafe alıyor. Savunma, alt yapı, sağlık gibi alanlardaki gelişmeler önemlidir.

Ancak yarıştığımız ligdeki devletlerin yanına siyaset ve liderlik yoluyla çıkmak yetmez. Ekonomik güç, bilimsel araştırma, patent, ar-ge, sanayi üretimi gibi alanlarda da üst lige çıkmak, orada kalıcı olmak zorundayız. Diğer yandan toplumsal birlik ve beraberliğin daha da güçlenmesi bakımından adaletin yaygınlaşması ve hızlanması gereklidir. Dünyanın yeniden şekillendiği, zayıfların yok edildiği, devletimize kasteden çabaların arttığı şu zamanda yeniden ayağa kalkmaya ve güçlenmeye ihtiyacımız var.

REHAVET VE TEMBELLİK TUZAĞI

İkinci yüzyılına giren Cumhuriyetimizin, kuruluş dönemindeki heyecanını yeniden yakalamamız gerekirken toplum olarak bir lükse girme eğiliminde olduğumuz dikkati çekiyor. Konfor alanı genişleyen insanımızın çalışma ve üretme isteği azalıyor. Devlet desteğinin peşinde koşmak, çalışmadan kazanmak, alabildiğine tüketmek gibi davranışlar yayılıyor. Zira işçi, usta, amele kısacası işe dokunacak çalışan bulma zorluğu ciddi bir sorun. Toplumumuzun temel erdemlerinden olan çalışkanlık zayıflıyor.

Konfor, çalışmaya ve üretmeye engel olmamalıdır. Fert, aile ve işletmelerde üretimin azaldığını, tüketimin giderek arttığını görmek zorundayız. Geçinme derdi olduğu halde evine temizlik için eleman peşinde olanlar, tarlasını yabancı işçilere ektirip biçtirenler, evinde zaman geçirmeyip hayatı dışarıda geçenler, ailesiyle mutsuz olanlar, benlik derdiyle kendi gerçeğinden uzaklaşanlar, şiddete başvuranlar, ihtiyaç ile gösterişi karıştıranlar, tüketerek kimlik kazanacağına inananlar… Çoğalan bu davranışların en önemli ortak sonucu ahlaki aşınmadır.

Toplumsal rehavet ve tembellik tuzağının toplumları ne hale getirdiğini dünyadaki acı örneklerde görüyoruz. Fert, aile ve işletmelerin gücü, devletin gücüdür. Bunun için merkezinde ahlakın olduğu temel aile değerlerinin güçlenmesi, bireylerin kişisel gelişim sürecinde, işletmelerin kurumsallaşma çabasında olmaları önemlidir.

Toplumların maddi gücü yanında kültür, gelenek ve inanç değerlerinin de yıpranmaması önemlidir. Bir sosyal sistem olan devletleri ayakta tutan çimento güçlü toplumsal değerlerdir. Zira zayıf toplumların başına neler geldiğine, uluslararası birliklerin sessizliğe büründüğüne, iş birliği örgütlerinin iş birliği yapmadığına, dünyanın gözü önünde milyonlarca insanın orta çağ karanlığına mahkûm edilebildiğine şahit oluyoruz.

Kısacası yeryüzünde artan savaşlar, jeopolitik liderliği olan devletimiz için bir ve bütün olma çabamızı, çalışkanlığımızı, kendimizi geliştirme savaşımızı hızlandırmalıdır.