Bu satırlar, 1995 yılında doktora sonrası araştırma için gittiğim Londra'da yazdığım günlükten.
“…Uzayan saçlarımı kestirmek için üniversitedeki yoğun ders programı arasında berbere gittim ama tıraş olamadım. Kapısı sonuna kadar açık, herkesin herkesi gördüğü ve yüksek sesle müzik çalınan bir yer beklemiyordum. Berber dükkânı açık ama kapısı kapalıydı. Gözlüklü, yaşlı berber, kapıyı açtı, dışarıya çıktı ve ‘Şimdi olmaz, saat 15.00’te gel’ dedi. Alışık olmadığım bu duruma şaşırdım. Kurallarla duygular arasında gidip geldim. Son iki dersimden sonra gitmeyi planladım. Ancak ikinci dersin soru kısmı biraz uzadı. Berberin kapısına tekrar gittiğimde saat 15.05’ti. Yaşlı adam yeniden kapıyı açtı ve hiçbir şey söylemeden saatini gösterdi. 5 dakika gecikme nedeniyle tıraş olamadım. Bir Batı toplumu olan Londra’da kural algısı çok keskin alışacağız artık …”
Bu satırlar, 1995 yılında doktora sonrası araştırma için gittiğim Londra’da yazdığım günlükten. Ne zaman bir planlama yapsam yahut bir randevum olsa o berberi hatırlarım.
Daha sonradan dost olduk yaşlı berberle. İngilizce pratiğimi geliştirmek için bazen yanına giderdim, konuşurduk. İşinde ustaydı. Sert görünen beden dilinin arkasında duygusal bir yapısı vardı. Köklü bir aileden geliyordu. İyi bir üniversite bitirmiş, bir dönem üniversitede yabancı öğrencilere İngilizce dersleri vermiş ve daha sonra baba mesleği olan berber dükkânı açmış. Yıllardır yaptığı bu işten memnundu ve özel müşterileri vardı.
Konuşmalarımızda sıra aile konularına gelince gözleri dolardı. Zira dağılmış bir ailesi vardı. İlk eşinden boşanmış, 27 yaşındaki oğlundan habersizdi. İkinci evliliğini yaptığı eşinden ve 15 yaşındaki kızından hiç memnun değildi. Zaten ayrılmanın eşiğindeydiler. Eşinin ve kızının aşırı harcamalarını bir biçimde karşılıyordu. Ama “Evde bana saygı yok” diye dertleniyordu. Hatta bir sohbetimizde evde baktıkları köpeğin, kendisinden daha fazla değer gördüğünü söylemişti. Bizim aile sistemimizi ve geleneklerimizi aktardıkça heyecanlanıyor ve yitirdiği duygusal atmosfere özlemi gözlerinden okunuyordu.
ASABİYET ARTIYOR
Batı toplumunun yaşama biçimi, günlük hayatta içselleşen kuralların yanında duygusal anlamdaki boşluk ve özellikle ruh değerlerindeki zedelenme konusunda çok şeyler öğrendim yaşlı adamdan. Hayatı kuşatan kural algısı keskinleştikçe insanın duygu alanının daraldığına şahit oldum.
Batı toplumlarında yerleşen mantık odaklı kural algısına karşılık duygu ve ruh değerlerindeki aşınma bugün ciddi düzeylere ulaşmıştır. Buna karşılık tipik Doğu toplumları ise yeterince gelişmemiş kural algısına karşılık ruh değerleri konusunda biraz daha şanslı durumda. Biraz diyoruz zira küreselleşen dünyada ruh değerlerindeki aşınma, dünyanın temel sorunu olmaya başlamıştır.
Acaba insanlık ailesinin özde yitirmeye başladığı nedir? Bu temel soruya kafa yormak bile sorunun çözümü için ciddi yol almaktır. Isabel Mellado’nun, Titreşim adıyla Türkçeye çevrilen romanında (Çev.: Beyza Fırat, Ketebe Yay., 2018), bu arayışın, her insanda farklı bir yolculuğa neden olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda ünlü bir keman virtüözü olan yazar, aile hayatı ve aşk algısındaki erimeyi, müzik dünyasının duygusal gözüyle ele alıyor.
Hızlı yaşam, giderek kararan kalplerimizi fark etmemizi engelliyor. Halim ve selim halini yitiren gönül dünyası, birey ve toplum düzeyinde hızla yayılan bir salgın misali asabiyete yol açıyor. Farkında değiliz belki ama dünya insanı giderek asabileşiyor.
İYİLİK ÜRETME DERDİ
Görünür âlemde toplumsal hayatın gerektirdiği kurallara uymanın tek yolu ceza korkusuna döndü. Ve insanlar içlerindeki polisin sesine uzaklaştı. Uzaklaştı çünkü bireysel arzuların karşılanması adeta bir benlik çıkmazına dönüştü. Kişiselleşen ve klişeleşen hayatlar, insanın; beden, zihin ve ruh bütünlüğünü tehdit düzeyine ulaştı. Ve bireyler giderek insani bütünlüğünü yitiriyor. Dolayısıyla bugün parçalanmaya yüz tutan bir insan profiliyle karşı karşıyayız.
İnsanlığın ulaştığı teknoloji düzeyinin, egemen güçlerin, yaşlanan dünyanın, artan nüfusun, umarsızca tüketme isteğinin ve benzeri nedenlerin yol açtığı insanın temel kişilik katmanlarındaki bu dağılma sinyallerini görmek ve gereğini yapmak zorundayız. Gönlümüzün kapılarını yeniden ötekine açmak zorundayız. Bunun için ötekinin acılarına ortak olacak ruh değerlerini yeniden ayaklandırmak gerek. Bunun için kararmaya başlayan gönlümüzü, ötekinin ışığıyla yeniden aydınlatmak gerek.
Gönül yeşermesinin başlangıç noktası hiç kuşku yoktur ki ailedir. Kendimizde ve ailemizde başlatacağımız bir ruh seferberliği, dünyayı değiştirmenin de ilk adımı olabilir. İçimizdeki polisi uyandırarak ceza korkusu değil ötekine iyilik üretmenin hazzını yeniden yakalayabiliriz.
Yoğunluğu ve yorgunluğu bir kenara bırakıp yeniden dert dinleyen bir dost olabiliriz. Ve çocukluk dönemimizdeki kalp değerlerimizle yeniden buluşabiliriz. Böylece yaşamı düzenleyen kuralları, ceza endişesinden önce ötekine bir iyilik üretmek derdiyle ve gönlümüzün oluruyla içselleştirmiş oluruz.