MECLİSİMİZİN KALİTESİ!
“Kurucu irade”, “elit tabaka”, “atanmışlar”, “uzmanlar” filan değil, doğrudan gücünü milletten alan bir iktidar istiyorum.
Millet ne derse o!
Şimdi milletin seçtiği bir iktidar var.
Tamam. Fakat milletvekillerini ben belirlemedim ki! Koydular önüme bir 550 kişilik liste. Bizim adaylarımız bunlar dediler.
Onun için meclis birbirini ısıran, konuşmasını bilmeyen, oy verenlerin de içine sinmeyen vekillerle dolu.
Hayır!
Milletvekili adayını da ben seçmek istiyorum.
Mesela herkes aday adayı olabiliyor da kesin adayları belirleyen yine parti güçleri…
Genel başkanın neden kontenjanı olsun?
Veya parti merkezinde kurulan ve tiyatrodan ibaret mülakatlar neden belirleyici olsun.
Diyelim ki ben Ak Parti’nin üyesiyim. Bu üyelik bile yeterli olmalı milletvekili adayını belirlemek için. Yok şu kadar zamanlık delege filan hikâye…
Parti teşkilatlarındaki siyaseti, işsiz/ mesleksiz ve koltuk altında dosyalarla belediyelerde veya Ankara sokaklarında iş bitirmek isteyen simsarlar belirliyor.
Sonra bu malı götürme faaliyeti, bu simsarların karnesine partinin şu kadar yıllık dava arkadaşı olarak geçiyor.
Yemezler.
Siyaseti “pis iş” olmaktan çıkaracak tek şey, milleti siyasete özendirmektir.
Vekilliği sadece maddi güçleriyle değil, manevi şahsiyetiyle de hürmet edilen bir noktaya taşımaktır.
Hani geleceğimizi öğretmenlere emanet ediyoruz ya! O öğretmenler kaç para maaş alıyor?
Güvenliğimizi polislere, askerlere emanet ediyoruz ya! Ne kadar kazanıyorlar?
Onun için bu ülkede kız babaları müteahhit damat arıyor.
En prestijli iş o çünkü!
Vekillerle müteahhitlerin muhabbetinin altında da bu sır var!
Bir partiye üye değilim. Şu an mecbur kalsam Ak Parti’ye üye olurum. O partinin dillendirdiği doğrulara yakın hissediyorum kendimi. Ama Ak Parti milletvekillerine, belediye başkanlarına filan yakın hissetmiyorum.
İstanbul çirkin bir yapılaşmanın altında inim inim inliyor. Köprüler, yollar, tüneller hikâye…
Ama dönüp baktığımızda yine de İstanbul’a en iyi hizmeti Ak Parti vermiş.
Bu nasıl bir paradoks?
Recep Tayyip Erdoğan’ı seviyorum. Fakat İstanbul’un canı çıktıktan sonra “yatay yapılaşma” filan diyor. İş işten geçti.
Referandumda “evet” diyeceğim.
Tereddütsüz.
Ve aynı kararlılıkla en iyi kadro Ak Parti’de olmasına rağmen, o kadronun hiç de içime sinmediğini yazacağım, söyleyeceğim.
Ne yazık ki bu memlekette gerçek bir sol parti yok. Büyük eksiklik. Kemal Kılıçdaroğlu’na tahammül, Türkiye’de gerçek bir sol kitlenin de olmadığını gösteriyor.
Ben milletim.
Bir şehirde hem belediye başkanı ve hem valiyi gereksiz görüyorum.
Dolayısıyla valinin yetki ve sorumluluklarına sahip olan şahsı da ben seçmek istiyorum.
Biz “evet” veya “hayır” diyecek olanlar, millet olarak, seçmen olarak destek verdiğimiz partilerden öncelikle kendi haklarımızı istemeliyiz.
Bu anlamda birlik olmalıyız.
Çünkü birbirini ısıran milletvekilleri konu kendi maaşlarının artırılmaları veya kendileri ile ilgili bir avanta olunca tam kadro birlik oluyorlar.
Biz fanatizm tuzağına düşürülerek yönetiliyoruz.
Uyanmamız lazım.
Gazetelere bakarsan memleket ikiye bölünmüş, neredeyse iç savaş çıkacak. Siyasetçilerin, medya leşkerlerinin oyuncağı olmuşuz.
Yok öyle bir şey.
Kürt- Türk tavla oynuyoruz. Evetçi- Hayırcı maç seyrediyoruz. Alevi- Sünni sohbet ediyoruz.
Yeri geliyor, çayın demi referandumdan daha önemli oluyor. Çünkü bugünkü siyaseti ve meclisi içtiğimiz çayın lezzeti kadar ciddiye almıyoruz.
Velhasıl vekillerimizin biz asiller kadar asaletli olmasını istemek en temel hakkımız.