ALZAYMIR
16 Mayıs 1850’de hayata gözlerini açan Augusta, 1880 yılında Karl Deter’le evlendi. Bir kızları oldu. Normal bir hayat sürerken unutkanlıkla başlayan bir takım şikayetler yaşadı. Uyumakta güçlük çekiyor, gece yarısı çığlıklar içinde uyanıyordu. 1901 yılında Frankfurt Akıl Hastanesi’ne yatırdılar. Orada bir doktor, o günde dek bilinen hastalıklardan farklı bir hastalık tanısı koydu. Augusta 51 yaşındaydı henüz. 1906 yılında da hayata gözlerini yumdu. Hastalığına ilişkin tanılar Münih’te bir laboratuara aktarıldı ve konulan tanılar yeni bir hastalığın isimlendirilmesine yardımcı oldu. Augusta Deter’in doktoru Alois Alzheimer’in adı, bugün alzaymır olarak da bilinen hastalığın da adı oldu. Doktor Alzheimer, hastasının kendisine geldiği yaşta yani 51 taşında hayata gözlerini yumdu.
Allah kimsenin başına vermesin. Zor iş Alzheimer’a yakalanmak veya Alzheimer hastalığına yakalanan bir kişinin yakını olmak. Lafı müsaadenizle başka bir yerden daha dolandırıp esas mevzuya girmek istiyorum.
15 Temmuz sürecinde her gece Kısıklı Parkı’nda birlikte nöbet tuttuğum Salih ismindeki kardeşim yaşadığı taze anları sosyal medyadan paylaştı kesik kesik. Yolda bir adamla karşılaşıyorlar. Elinde balonlar var. 90 yaşlarında Karadenizli birisi. Adam Alzheimer ve evinin adresini hatırlayamıyor. Eşiyle de bazı sıkıntıları var. Adam yaptığı hataların farkında ve evini bulmak istiyor. Arkadaşım ona yardımcı oluyor. Evine geliyorlar biraz zahmetten sonra. Adam arkadaşa teşekkür ediyor. Sonra, bana bir çilingir çağırır mısın diyor. Arkadaşım ondan cebini karıştırmak için izin istiyor. Anahtar cebinde. Anahtarının cebinde olduğunu bile unutmuş. Kapıyı açıp içeri bırakıyor yaşlı amcayı. Amca ona teşekkür ediyor. O ise kendine iyilik yapma fırsatı verdiği için amcaya müteşekkir. İçli bir şehir hikayesi… Hayatın bizim için neler getireceğini kimse bilemez ve Allah merhameti kalbimizden eksik etmesin.
Lafı getirmek istediğim nokta ise biraz farklı. Toplum olarak bir Alzaymır süreci geçiriyoruz. Kendimizi geçmişimizi unutuyoruz. Gece yarısı öfkeyle uyanıyoruz ve bağırıp çağırmaya başlıyoruz. Hepimizi bu halde olduğumuz için durum normal geliyor ama pek öyle değil. Farklı ölçeklerde olsa da tüm dünya aynı sürecin içinde… Yolumuzu kaybetmişiz ve yolunu kaybeden diğerleriyle birlikte yürüdüğümüzü zannediyoruz. Sonra, neyi kaybettiğimizi dahi hatırlamadan dolanıp duruyoruz. Sonra bir ev görüyoruz. Evet diyoruz burası bizim evimiz, evin önüne geliyoruz ve kapının açılmasını bekliyoruz. İçeride kimse yok. Ah diyoruz bir içeri girebilsek. Anahtar cebimizde ama onu bile bilmiyoruz, hatırlamıyoruz. Geçmişimizle yaklaşık olarak böyle bir durum yaşıyoruz. Kimimizin durumu daha ağır olsa da, okuyamadığımız mezar taşları bize toplumsal Alzaymır’ın derecesini gösteriyor.
Doktor Alzheimer bugünleri görse neler düşünürdü? Teşhisini koyduğu hastalığın dünyanın hep birlikte içtiği bir deli suyu haline geldiğini görseydi. Kendi evinin kapısında yabancı olmanın kişilere değil toplumlara sirayet ettiğini görseydi?
Belki o da tüm bunları gördükten sonra kendi tanımladığı hastalığa yakalanırdı.