BİZ İNSAN DEĞİL MİYİZ?
Bu seneki İstanbul Tasarım Bienali’nin başlığı bir soru: Biz İnsan Mıyız?
İnsan ve tasarım üzerine farklı disiplinlerden çalışmalar bir araya gelmiş. Galata Rum İlkokulu, bienalin mekanı olarak tasarlanmış. Hayli derin bir sorunun cevabı tasarım ve insan ilişkisinde kurcalanmaya çalışılıyor. Serginin girişinde bir iskelet, iskeletin üzerinde damarları temsil eden kablolar. Geçen yüzyılın başlarında bir Alman bilim insanı, insanlara insanı anlatabilmek için yapmış bu prototipi. Baktığımızda insan sadece bu mudur diye düşünüyoruz. Olmadığı aşikar, bienalin amacı soruya yeni sorular eklenerek çok farklı insan tasavvurlarını bir araya getirmek.
İnsanı insan yapan değerler, onu robotik bir hale getirmeye çalışınca ortadan kayboluyor. İnsan daha çok fiziksel bileşkelerinden müteşekkil sayılıyor. Bunu görmek için bienale gitmemize gerek yok gerçi. Mesela kredi çekerek kendi filmini çeken bir kadın yönetmen, aşırı kiloları yüzünden sinema sektöründe kendine yer edinemediğinden söz ediyor. Erkek yönetmenler kilosu fazla olan asistanlarla çalışmak istemiyorlarmış. Burada soruyu yapıştıralım kendimize: Bizi insan mıyız?
Galata Rum İlkokulu’nun merdivenlerinden çıktıkça bu eski mekanın insansızlaşmasının tarihini de düşünürken buluyorum kendimi. Burada eskiden Rumlar ve onlar için ihtiyaç olan ilkokul bulunuyordu, şimdi göçtüler. Nereye? Kuvvetle muhtemel Yunanistan’a. Üst katlara çıktıkça başka şeyler göze çarpıyor. İnternet üzerindeki harita programlarından alınmış çıktıların üzerinde Arapça yazılar ve yan tarafta Türkçe açıklamaları. Haritanın üzerindeki yazı da Yunanca. Orada, Suriyeli mülteciler için yapılmış bir göç kılavuzunun ortasında olduğumu anlıyorum. Yunanistan topraklarından geçerken kalabilecekleri ucuz otelleri, polislerle karşılaşma noktalarını, sınır geçişlerindeki görece rahat rotaları gösteriyor bu derme çatma kılavuz.
Odanın diğer tarafında başa bir harita. Orada da devletlerin ve uluslararası kurumların göç yollarını tanımladığını görüyoruz. Çizgiler halinde sergilenmiş insanların kader yolculukları. Aklıma İtalyan şehirlerinde, büyük binaların duvarlarına resmedilen haritalar geliyor. Eskiden bir devletin büyüklüğünü, servetini, gücünü simgelermiş duvara çizilen haritalar. Şimdi ise metruk bir Rum okulunun, eski sınıflarından birinde “biz insan mıyız” sorusunun cevaplarını ararken kendimize sormamız gereken diğer soruları hatırlatıyor.
Bienalin sorusunun hikayesi daha da çarpıcı: Suriye’den ailesiyle kaçan bir adam. Türkiye üzerinden Yunan adalarına geçtikten sonra, ana karaya ulaşıyor. Karşılaştığı kötü muamelelerden sonra şunu soruyor: Biz hayvan mıyız, insan mıyız? Bienal o çaresizliğin içinden çektiği soru ile insan ve tasarımı bir arada düşünmeye çağırıyor. İnsanın tasarlanabilir bir öğe olarak görülmesi, biçime sokulmaya çalışılması problemlerin temelinde yer tutuyor. Tasarım Bienali, ideal insana ulaşma çabalarının genişçe bir özetini anlatıyor. Ölünce kurtulamayacağımız bir tasavvur bu. Bir odada sizi mezar ve mezar taşları bekliyor ve bir de Adolf Loos’a ait ifade: “Ormanda iki metre boyunda ve bir metre genişliğinde kürekle şekillendirilmiş, piramit biçiminde bir tümsekle karşılaştığımızda ciddileşiriz ve içimizden bir ses bize biri buraya gömülmüş der. Bu mimarlıktır.”
Hayır bu mimarlık değildir, bu insandır. İnsanlıktır.