Şehir bir sevdadır içinde onu yuva yaptığımız. Kendimizi bir nakkaş misali şehre ince ince işleriz şehre.
Birçok şiirler yazarız kentlerimiz için, birçok eseri şehirlere adamışızdır. Biz kendimizi nasıl ona ait hissediyorsak, yabancılaşmamışsak, şehri de kendimize benzetmişizdir. “Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir!”[1] mısrasını kaybedilen bir kentin ardından yazan şair, hem ruhunu hem de kendini adım adım kaybettiğimiz şehirlerimize tanık olsaydı şayet daha ne kadar dizeler dökülürdü? Bu mısralar artık bizim dilimizde daha da yaygınlaşırsa, kendimizi yani şehrimizi nasıl bu kadar yok etmek için çaba sarf etmişiz!
Evlerimiz vardı, sokağa açılan avlu kapısından girdiğimizde daha içeriye adımımızı atmadan huzur bulduğumuz, ailemizin dört duvarın içine hapis olmadığı; avlu bahçesinde çocukların güle oynaya vakit geçirdiği güvenli bir sığınaktı. En fazla iki katlı ve bahçesindeki ağacın altında serin yaz akşamlarında komşularla sohbet edilirdi. Yahut şehrin kalbini saran dar, taş döşemeli sokaklara kapısı açılan; çok katlı olmayan evlerimiz vardı. Pervazlarından aşağıya bir inci kolye gibi dökülen hanımeli, sarmaşık çiçeklerinin kokusuyla insanı gürültüden uzak, oyun oynayan çocukların sesiyle sokağa davet ettiren evlerimiz... Yerini modernitenin getirdiği mekanlara bıraktı. Dört duvarın arasına sıkışmış insanları doğurduk. Çocuklarımızı ayakları toprağa basmayan, sokağın ne demek olduğunu bilmeyen, en fazla gözetim altında tutarak, parklarda kısa zamanda eğitmeye mahkum olduk. Daha çok kâr elde etmek için, çok katlı binaları inşa ettik ama yandaki komşunun kim olduğunu bilmeden kendimizi yabancılaştırdık. Kendimizi tükettiğimiz gibi şehrimizi de tükettik.
Zaman bizi olgunlaştırdığı gibi şehrimizi de olgunlaştırırdı. Eskimezdi ama, yaşlanmazdı. Anı biriktirirdi içinde. Yer yer fotoğraflardı hatıraları. Ne zaman o köşeden, sokaktan geçsen, hemen sana fotoğrafı gösterirdi. Şehir tükenirken, anılarımızı, değerlerimizi, geçmişimizi yani bize dair ne varsa onu da aldı götürdü yanında. Birkaç yapı, eser ve mekan kaldı tarihten miras. Tarihin içinden salınıp gelivermiştir onlar. Zamanın bekçileridir, maziden haber getiren elçilerdir bizlere. Sonra birer imge haline dönüşerek ait olduğumuz geçmişi yansıttığı ve daha çok ziyaret alanı olduğu için turizmin hizmetine kurban gitmeye yüz tutmuştur.
Bir şehir gider, ardından kente can katan ve damarları olan akarsular da gider. Bir şehir gider; nefes aldığı ormanlar da gider ve boğuluruz. Bir şehir gider beyaz yüzü gider ve simsiyah gölgesi kalır. Karanlığın içinde tarih, coğrafya, mimari, kültürel miraslar da kaybolup gider. Yama yapmaya gelmez şehir. İlmek ilmek hayat işlenen şehirde hem kenti hem kendimizi tüketmek yerine, insandan evrene gönülden, sevgi dolu bir ruhla yola çıkmak gerekir.
[1] Kaybolan Şehir, Yahya Kemal Beyatlı