Din; 'boyun eğmek' anlamına geldiği gibi, aynı zamanda 'Allah katında din' ve 'yaratıkların katında din' diye şer-î iki kısma ayrılır.
İnsanın insanı kamil olmasında züht ve takvanın önemi büyüktür. Bu da dinimizin özünde mevcut olan değerdir. Tasavvuf Kuran ve Sünneti esas alarak kula rehberlik eder. Kul insanı kamil olma yolunda ihlasla ve istikrar içinde İslamı yaşamaya gayret eder. Örnek alacağı hayat İslami hayat, Muhammedi ahlaktır. Buradan yola çıkarak dinimizin binâ edildiği üç esas vardır, bunlar; inanç, takvâ ve ahlâktır.
Din; ‘boyun eğmek’ anlamına geldiği gibi, aynı zamanda ‘Allah katında din’ ve ‘yaratıkların katında din’ diye şer-î iki kısma ayrılır. Allah katında din; peygamberlerine indirdiği dindir. Bu din, şerîatın formlarında ortaya çıkış aşamalarında birliğini yitirmez. Buna göre ilâhî din birdir ve o zamanın peygamberinin şerîatının formuyla gözükür. İnsan katındaki din ise Peygamberin anlattıklarından, insanların kendi hakikatlerine göre uygulayabildikleri kadardır. Din; hikmet, insâniyet ve ahlaktır, yâni îman, Allah’ı sevmek; îmanın rûhu da, halkı sevmektir. Dinin zâhir yüzünden başka bir de insanoğlunu kemâle eriştirmek, sağlam ve yıkılmaz bir iç hayatı kazandırmak için riyâzat, mücâhede, tasfiye, hâlini ihlas potası içinde temizleme ve pişirme gibi tarafları vardır.
“Ben ahlâk sahibiyim” demekle, cehil ve gaflet cehenneminden kurtulmak ve hakîkî cennete olan ezelî yakınlığa erip aslî fıtratını bulmak kabil değildir. Yâni ancak ibâdet, takva ve züht ile insan nefsini kirlerden, pisliklerden, dünyâ zevklerinden arındırır ve bu şekilde dine lâyık bir insan hâline gelir ve dinin son noktasında olduğu gibi, bu hasletlerle güzel ahlâka doğru yaklaşmaya başlar.
Hocam Kenan er-Rifâî dini tarif ederken; ferdin diğer insanlarda ve ferdin vicdânı ile olan münasebetlerini tanzim eden ve kontrol altına alan hayati bir sistemdir diye tasvir ediyor. Buradan anlaşılıyor ki; bir insanın önce vicdânen rahatlaması sonra da bu birliğini, yâni kendi huzurunu etrâfa yansıtmasına ‘din’ deniyor. Bu durumda da bunu sağlayan iki eleman vardır; biri takva, diğeri zühttür.
‘Takvâ’ tasavvufa göre: Allah’la seni buluşturan her tür ibâdet ve harekettir, yâni namaz kılmak, oruç tutmak gibi şerîatın şartlarına uygun hareketlerle birlikte, hizmet etmek, halka faydalı olmak, garibin gönlünü almak gibi nâfile ibadetlerin de takvâda çok büyük rolü vardır.
‘Züht’ ise, kulu nefsinin arzu ve isteklerinden ayrı tutmak, nefsin arzu ve istekleriyle kulun mücâdele etmesi ve rûhunu geliştirmesidir.
Eskiden insanlar bir köşeye çekilerek bunu yapmaya çalışırlardı, günümüzün zühdü ise halkın sıkıntı ve eziyetlerine tahammül etmek demektir. Buna göre dünyadan vazgeçmekle, ne malla, ne giyecekle, ne oturulan evle züht olmaz, zühdün hakîkati kalpte olur. Züht kalbin mal karşısında duruşudur. Maîşet temin etmek için çalışıp gayret etmek ile züht, birbiriyle çelişmez. Zîra mutasavvıf da gelir-gider elde etmekle uğraşır, onun hakkını verir. Ticaretle, sanatla, ilimle, bir meslekle uğraşırlar ama bunlara kalben bağlı kalmazlar; zühdün hakîkati budur.
Tasavvuf arı duru tam manasıyla İslamı yaşamak, ruhbanlığa da bulaşmamaktır. Çünkü ruhbanlık Allah’a şirk koşmaktır. Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Bizi yaratan O’dur. Bizi terbiye eden, rızıklandıran ve hidayet veren O’dur. Tasavvuf öğretisinin nefsi terbiyede kendine has usül ve adabı vardır. Kitap ve Sünnete uyan makbul ve muteber tarikatların uygulamalarında asla ruhbanlık yoktur ve varlığı itibariyle de olmamalıdır. Züht ve takva bizi, ilim irfan ve hikmete götüren yüce bir bilgeliktir.
İslam’da ruhbanlık yoktur dedik. Ruhban ve rahbâniyye kelimeleri Kur’an’da hıristiyan geleneğine atıfla dört yerde geçer. (el-Mâide 5/82; et-Tevbe 9/31, 34; el-Hadîd 57/27) Mâide sûresinde kıssîsîn ile birlikte zikredilen ruhbana tefsirlerde “ibadetle meşgul olan, tevazu sahibi ve yumuşak huylu Hristiyan grubu” mânası verilmiştir. (Zemahşerî, II, 281; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, III, 158) Ayrıca bunlar başka bir âyette “Allah kelâmını işittiklerinde ağlayan, yumuşak kalpli ve imanlı kişiler” olarak tanımlanmıştır. (el-Mâide 5/83).Tefsirlerde, söz konusu grubun Hz. Peygamber döneminde İslâm’ı kabul eden Habeş necâşisi ve halkı olduğu da ileri sürülmüştür. Ancak Hıristiyan toplumlardaki uygulamalara bakıldığında, ‘ruhban’ denildiğinde ayrıcalıklı bir din adamları sınıfı anlaşılmaktadır ki İslam’da ruhbanlık yoktur derken bunu kastediyoruz. İslam ve tasavvuf tarihi incelendiğinde din adamlarının, dinin ince meseleleriyle uğraşan mutasavvıfların toplum tarafından sevgi ve hürmet gördüklerine, kimi zaman da çeşitli hususlarda gadre uğradıklarına şahit oluruz. Devrin din anlayışı, dinin yaşanma biçimi, hakîm irade bu tavrın belirleyicisi gibi görünür. Tasavvuf düşüncesi mürşidin rehberliğiyle bilgiden hale erişir. Bu rehber devir itibarıyla tahsil edilen ilmin kendisi de olabilmektedir. Bir insan bununla birlikte bir de mürşit bulma şans ve şerefine erişmiş ise bu da o kimsenin nasibi ve lütuftur. Mürşit, talibin manevi yolculuğunda ona rehberlik eder, kendisine davet etmez ve hiçbir karşılık beklemez. Hakteala bizi doğru yoldan ayırmasın. Bütün insanlığa hidayet nasip etsin vesselam.