Allah'a inanan, Peygamber'e uyan bir kul ancak böyle dengede durur.
Bu dünya gelip geçici fâni bir dünyadır. Bu dünyadan öbür dünyaya bir şey götüremeyeceğiz. Götüreceğimiz tek şey amellerimizdir. Tasavvufta da amellerimizi Kurân-ı Kerîm’in istekleri doğrultusunda yerine getirirsek, Allah’ın “yap” dediklerini yapıp, “yapma” dediklerini yapmazsak, şüpheli olan şeylerden de kaçınırsak Allah’ın rızasını kazanmış oluruz. İkicisi iyi olan şeyleri yapmakla birlikte, her tür yasak olan şeylerden ve bizi yasağa götüren şeylerden kaçınmak, bu hususta duyarlı olmak da takvadır. Zaten tasavvufun özü zühd ve takvadır. Üçüncüsü de Muhammedî ahlâkı ahlâk edinmemizdir. Kitabımız belli, Peygamberimiz önderimiz belli, örnek insan alacağımız belli, Peygamberimizin hayatı ve yaşam biçimi belli. Kur’an-ı Kerîm’e, Peygambere tâbi olan ashab belli. Bize düşen onları iyi okumak, iyi tanımak, onlar gibi olmak için onlara uymak bir sûfînin olmazsa olmazlarıdır. Demek oluyor ki; o halde ibadetlerimizi yerine getireceğiz. Tadil-i erkâna riayet edeceğiz. Ubûdiyetimizi de muhatabımız olan herkesle, her şeyle, hatta eşyayla bile İslâm inancına göre yerine getireceğiz. Muamelatımızda adâlet ve ahlâk üzerine olacağız. Bizden bütün istenen budur. Bize Cenab-ı Allah “şah damarınızdan yakınım” diyor. Ancak O’na ibadet edeceğiz, ancak O’ndan yardım isteyeceğiz. Bütün bunlarla birlikte biz günahkâr kullar olarak tövbe istiğfarımızı da yapacağız ve Allah’a duamızı eksik etmeyeceğiz.
Allah’a inanan, Peygamber’e uyan bir kul ancak böyle dengede durur. Yolunu bulur; nefsin aşırılıklarına sapmaz ve şeytana uymaz. Ruhun terbiyesi, nefsin terbiyesi ve tezkiyesi böyle olur. İşini liyakatle yapar, istişare eder. Üstatlarıyla ve mürşidiyle irtibatını koparmaz, bilakis daima irtibatta kalır. Dünyevî işlerinde de bu böyledir. Eskiden iş hayatında dâhileri veya hakiki idarecileri seçebilmek için, onların önüne birkaç tane teori sunulur ve adaylar da o teoriler üzerinden doğru olanı seçer ve uygularlarmış. Fakat günümüzde bu tamamen değişiyor. Mesela idarecilerin önüne birçok sunum konuyor. İdareci hepsini seçiyor ve de bütün projelerin içindeki doğru noktaları birleştiriyor. İşte tasavvufun hakikati budur.
Sadece bir tarafa meyletmek, kendi aklı ve tecrübesiyle iş yapmak isabetli bir karar olmaktan çıkabiliyor. Bu da kişinin maddi-manevî dengesini bozabiliyor. Zira verdiği karar nefsinin o andaki tekamülü seviyesine göre olabiliyor. O halde Peygamber ahlakını uygulayıp istişare edeceğiz. Bu esnada da kimseyi kırmamayı gayret edeceğiz ve kimseyi kınamadan samimî bir dille irtibat kuracağız. Her şey tekâmül ile değişebilir. İşte bunu idrak edersek denge üzerinde oluruz. Bu, Peygamberimizin bize öğrettiği yoldur. Peygamberimiz, hicret ederken kendisine kılavuz olarak müşrik bir adamı seçiyor ki, o yolda en iyi o yolu bilen kılavuz olduğu için. Demek ki branşlaşmaya hürmet edeceğiz. Bir bilene soracağız, sadece kendi aklımızla hareket etmeyeceğiz. İstişâre etmek, bilenlere sorup uygulamaya çalışmak ulû’l-emr’e itaattir. Fakat onların da eksik bildiğini, yarın değişebileceğini bilmek de hakiki iman üzere olmaktır. O zaman en doğru kılavuzun kâmil insan olduğunu idrak ederiz.
Genelde Ramazan’ın son haftasında ve Kadir’de hangi duaları edelim şeklinde sorular geliyor. Dua etmenin birkaç çeşidi vardır. Öncelikle dua etmek hâl ile uygulamak demektir. Hakiki dua hal ile Allah’ın emrettiklerini yapmaya çalışmaktır. Yani “Allah’ım senin yardımınla ben senin isteklerini yapmaya çalışıyorum, sen de bunu kolayla ve hakikate çevir” niyazında bulunmaktır. Buradaki en doğru yol sırat-ı müstakim ve ihlastır. Yani samimiyettir. Samimiyetle “Ben eksiğim, sen istersen düzeltirsin. Ben de bugün duymuyorsam yarın vesvese duyabilirim. Bir garantim yok. Çünkü ben kulum, sen Allah’sın” diye bunu idrak etmek ve samimi, iyi niyetle, beklentisiz Allah’a sarılmak. İşte duanın hakikati budur. Yani oradan bir menfaat gelecek diye düşünmeden, menfaatsiz şekilde Allah’a sığınmaktan daha güzel bir şey olamaz.
Malumunuz idrak edelim ki, biz kuluz; her an hata yapabiliriz. Allah, hata yapmaz, ganidir, güzeldir. Ne yaparsa doğrudur. Biz de ne yaparsak eksiktir. Burada samimiyetle Allah’a sığınmak, dua ederken samimi olmaktır. Yoksa hangi zikri çekerseniz çekin. “Allah” de, sana yeter. “Lâ ilâhe illallah” de, içinden “Yâ Şâfî” de, “Yâ Gafur” de. Yani O’nun isimlerinden hangisini kullanırsan Allah ismi zaten hepsinin yerine geçer. Ama samimi olarak söyle, ihlasla söyle. O sana tesir edecektir. Çünkü din samimiyettir, ihlâstır. Kalbini Allah’a açmaktır.
Bu zor günlerde sığındığımız en güvenli liman duadır. Elimizden geldiğince Mevlâmıza dua etmeliyiz. İçinden ne geliyorsa öyle dua etmek hakiki duadır. Kabe’ye ilk gittiğimde yaptığım ilk dua içimden ‘ya Gafur/beni affet’ diye geçti, ilk onunla tavaf etmiştim hiç unutmuyorum. Yâhut o anda içimden ‘ya Vedud/aşkın sâhibi sensin’ diye geçti, onunla döndüm ve o benim Allah ve Peygamber sevgimi on bin kat artırdı ve umremin kabul olduğunu düşündürdü bana, çünkü irtibatım arttı. İbâdet ‘Allah’la irtibat kurmak ve o irtibatı artırmak’ demektir. Sana Allah’la irtibat kurduracak samîmî ve ihlaslı her duâ, rahatlatır vesselam.