Ümit G. CEYLAN

"İslamiyet’in mesela bir devlet modeli yok, bir İslam devleti modeli diyebileceğimiz, kesinleşmiş, mutlaklaştırılmış bir model yok. Bir İslam ahlâkı var, fakat İslam ahlâkında öne çıkan ve yüceltilen değerler Töre’de de aynen öne çıkıyor ve yüceltiliyor."

Çünkü Töre’ye uygun değil, diye mi?

Birçok mülahaza bir araya getirilebilir orada. Müslüman olduktan sonra Töre terk edilmedi, Töre devam etti. Çünkü Töre sadece bir inanç konusu değil; onun bir felsefî boyutu var, bir siyaset boyutu var, bir ahlâk boyutu var, bir hukuk boyutu var ve hayat Töre’nin belirlediği hukukun içinde, Töre’nin ahlâkı içinde, Töre’nin siyaseti içinde cereyan ediyor. İmam-ı Âzam sistemi de Töre anlamındaki “örf”ü meşruiyet sebeplerinden saymakla bu konuda büyük bir rahatlık sağlıyor.

İslamiyet’in mesela bir devlet modeli yok, bir İslam devleti modeli diyebileceğimiz, kesinleşmiş, mutlaklaştırılmış bir model yok. Bir İslam ahlâkı var, fakat İslam ahlâkında öne çıkan ve yüceltilen değerler Töre’de de aynen öne çıkıyor ve yüceltiliyor. Yani bu domuz eti yemek yasağından alın, haram-helale, iyiliği öne çıkarmaya, toplum için feragate kadar, hayır yapmaya vs. Hemen hemen %100 bir örtüşme var ahlâk değerleri bakımından; dolayısıyla yadırgamıyor İslam’ı. Arap dünyasındaki okullardan biri gibi anlamak yerine, ana metini alıyor ve kendisi yorumluyor. 

Ana metin; işte Kur’an ve hadis.

İmam Mâtürîdî, İmam-ı Âzam ekolünde hocalardan yetişmiş bir adam; ortaya bir Kur’an tefsiri koyuyor, onun yaptığı tefsir bugün elimizde, “Te’vilatü’l-Kur’an” adıyla ve Kur’an tefsirinde kullandığı ontoloji, zât-sıfat ayırımını kabul etmeyen bir ontoloji.

Zât-sıfat ayırımını reddeden bu yaklaşım, Türk dünyası için yeni bir yaklaşım değil.

Neden değil?

“Tanrı” kavramından beri zât-sıfat ayırımı yapmayan bir bütünlükçü ve bir “Tevhîd Terbiyesi” içinde yaşıyor bu insanlar.

Dolayısıyla zât-sıfat ayırımı yapmayan bir tevhîd fikri İmam Mâtürîdî’de hâkim. Diğer bir eserinin adı da, tefsiri yanında bu itikat konusunu açıkladığı kitabının adı da, çok enteresandır; “Kitâbu’t-Tevhîd” dir, “Tevhîd budur” diyor.

Töre de terk edilmiyor!

Bu, şu demek;

Töre dönemindeki tecrübesiyle İslam’ı yorumlamakta hiçbir sakınca görmüyor.

Peki, iyi mi oluyor?

Tarih önümüzde, bakıyoruz; Arap dünyası, Eş’arî’nin yorumu üzerinden yürümeye başlayınca donup kaldığı halde, ki çağdaştır onlar, Mâtürîdî’ nin yorumunu benimseyen Horasan coğrafyasındaki İslam anlayışı yükselmeye, inkişaf etmeye devam ediyor, seri halde tarihte eşi benzeri olmayan kurumlar yaratıyor. Horasan Müslümanlığı, Haçlı felaketlerinin altından dipdiri çıkmıştır, Moğol yangınının altından dipdiri çıkmayı başarmıştır. Ortada muazzam bir Selçuklu medeniyeti var, muazzam bir Osmanlı var ve son derece orijinal. 

Efendim orijinal derken neyi kastediyoruz?

“Orijinal” derken, şunu demiş olmuyoruz; Türk kültürü kapalı bir kültürdür, diğer kültürlere almaz-vermez filan demiyoruz; bilakis çok almıştır ve çok vermiştir. Onun hayat biçimi, alma-vermeyi mecbur hâle getiren bir hayat biçimi, çünkü at üstünde bir topluluk; bir kolu Çin’de, kâh hâkimdir kâh şudur, budur filan, bir kolu Hint’te, bir kolu Rus steplerinde Urallar üzerinde, bir kolu Avrupa’nın ortasında, Avar İmparatorluğu var Avrupa’da, Macar devleti var. Bulgar Hanlığı var Avrupa’da. Öyle bir kereliğine, hani gelmiş-geçmişler filan da değil, yani Büyük İskender’in Hindistan seferi gibi bir kerelik değil.

Tamamen kökleşmiş.

Yani böyle bir hayat yaşamış, böyle bir tarih yaratmış toplumun kültürel alışverişe kapalı olması düşünülemez. Hem çok çok almıştır, hem vermiştir. Rusça’da bugün 9 bin Türkçe kelime var. Sırpça’da 10 binden fazla. 

Peki Sait hocam, şimdi Mâtürîdî’ nin kurduğu ekolle birlikte, tabii bir sürü tasavvuf ekolü de oluşmuş.

Onun şemsiyesi altında meşrulaştı. 

Bakın, Mâtürîdî’ nin tasavvufa faydası şu;

O, bir ilm-i kelâm kurucusu, kelâm ilminin kurucusu, iki büyük isimden biri İslam tarihinde.

Biri; Hasan el-Eş’arî, diğeri; Ebu Mansûr el-Mâtürîdî.

Mâtürîdî’ nin kurduğu kelâm ekolü, itikadî ekol veya modern adıyla ontoloji; tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd anlayışını meşrulaştırmıştır ve Vahded-i Vücûd fikri Töre’nin de aslında ana fikriydi. 

Dolayısıyla Töre, tasavvuf içinde devam imkânı buldu.

‘En doğru metin bile eğer bir anlamaya muhatap değilse kambur haline gelebilir'

Yani tarihsel süreç boyunca, tasavvufla birlikte yayılarak o Mâtürîdî’nin ana kaynağıyla birlikte çok güzel genişlemiş, belli bir döneme kadar gelmiş. İşte burada yeniden anlamak kriziyle birlikte şu anda, her şeyde yaşadığımız gibi tasavvufta da, tarikatlarda da vs. o okullarda da bir takım sorunlar yaşıyoruz. Ruhbanlaşma mı var?

Fakat ruhbanlık bu değil, yani tarihteki ruhbanlık sizin kast ettiğiniz şey değil; siz “hizmet” mahallerinin birer “efendilik imkânı”na çevrilmesinden şikâyetçisiniz. Çok haklısınız tabii… Yani, burada yerden göğe size katılırım. Hani sözün başında dedik ya; en doğru bir metin bile, eğer bir anlamaya muhatap değilse kambur hâline gelebilir.

Şimdi bir metin var, her kuşak o metni yeniden anlamaya, capcanlı bir hayat görüşü niteliğiyle korumaya mecburdur. Eğer yeniden ve durmadan güncelleyerek sürdürürsek; o metin bizi de yükseltir.

Bunu eskiden yapıyorlarmış; Horasan Müslümanlığı ekolünün medreselerinde, müderris ile öğrenci arasındaki ders işleme biçimi böyle. Ana eserlerden biri seçilip okunurmuş. Sonra adam biyografisini anlatırken; “Ben falan şahısla Fusûsu’l Hikem okudum” dermiş, veya “Filan şahısla oturdum ben Kimya-yı Saadet okudum” veya “Filan hocayla, Kuşeyrî okudum”.

Bu, şu; Kitabı açıyorlar. Hoca öğrencisine: “Hadi bakalım, şunu oku ve bir mânâ ver” diyor.

“Mânâ vermek” diye bir tâbir var; kitabı okuyup, okuyan öğrenci tarafından hocasına, bir tür rüştünü ispat sadedinde, “mânâ vermek eğitimi” var. Yani bu yeniden anlama işi, öğrenci tarafından keşfediliyor; beraber kitap okunuyor, o öğrenci eserin mâhiyet ve konusunu yeniden inşa ediyor, keşfediyor.

Bugünkü hocayı düşünün; hoca mükemmel bile olsa, önüne yüz tane öğrenci koyuyorsunuz, bir sınıf, hepsini tek tip sayıyorsunuz. Hoca giriyor, çocukların her biriyle göz göze bile gelmeden anlatacağını anlatıp, çıkıp gidiyor. Hâlbuki bizim o “Yeniden anlama” dediğimiz mekanizmanın işlediği dönemlerde; bire bir öğrenciyle hoca meşgul olurdu ve her öğrenciye özel yöntem uygulanırdı, onun ihtiyacına göre. Medresede de böyleydi, tekkede de böyleydi.

Şimdi medrese gitti, üniversitemiz medresenin bozuk zamanından daha kötü. Tekkemiz de, kötü zamanlarındaki durumuyla medreseleşti.

Tekkede de, şimdi bakıyorum; şeyhlik iddiasında olan insanlar, etraflarının kalabalıklığıyla övünüyor. Bu iş kalabalık işi değildir; bu bir anlama işidir.

Yani Yunus Emre, taşıdığı keyfiyet itibariyle milyonların üstünde bir değer taşır. Milyonlarca cehaleti toplasanız, bir ilim çıkmaz oradan.

Onun için hadis-i şerif: “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” der, vakıa odur çünkü.

“Her ân yeni bir şanla dirilirim” sözü, aslında ne kadar anlamlı bu noktada.

İşte “Tanrı” nın açılımı o. “Tanrı” kelimesini açtın mıydı; O, her ân bir iştedir.

Çünkü Kur’an’daki şeyi her ân okuman gerekiyor veya başka şeyi, yani hayat bir okuma aslında. Biz bunu unuttuk, bunu terk ettik ve şu ân bir anlama krizinin içindeyiz. 

Evet, okumayı ezberleme zannediyoruz. Eski metinleri ezberlemeyi, okuma zannediyoruz. 

‘ANLAMAK,

YENİDEN 

ANLAMAK OLURDU'

Bugün anlama krizini çözebilmemizin bütün kodları nerede gizli? Ne yapmalıyız Hocam, yani bize bir formül verebilir misiniz? 

Bir espriyle cevap vermiş olayım, bize çocukluğumuzda bir şey söylerlerdi.

İşte yaşadığımız muhitler dinin tesiriyle oluşan muhitler. Büyüklerimiz böyle masal gibi anlatırlardı. “Bir dua varmış, o duanın adı ‘İsm-i Âzam Duası’ imiş. İsm-i Âzam duasını öğrenen adamın, her dileği gerçekleşirmiş”… filan.

Ben uzun zaman çocuk muhayyilesi ile “O İsm-i Âzam duasını acaba bilen var mı, nerede bulunur, nasıl öğrenilir?” diye düşündüğümü, aradığımı hatırlarım. Yıllar geçtikçe, böyle bir dua olmadığını, olamayacağını öğrendim tabii ki. 

Ama bugün bana birisi: “Eğer İsm-i Âzam duası olsaydı nasıl bir şey olurdu, ne olabilirdi?” dese; “Anlamak, yeniden anlamak olurdu” derim!..

Neden?

Çünkü anlamak, aslında yaratmaktır.

“Anlama” nın niteliğine baktığınız vakit; bir söz tekrarı değildir, bir form tekrarı değildir. 

“Tekrar” değildir anlamak. Anlam’ı yeniden yaratmadıkça anlama tahakkuk etmiş olmaz.

Yani şu konuştuğumuz cümleleri aynen tekrar edebiliriz, siz benimkini, ben sizinkini tekrar edebiliriz. Bir hafıza kaydı olarak tekrar edip dururuz; fakat o tekrar, sizin kendi kurduğunuz bir anlam değildir. Anlamı kendi kuran, o anlamı bin bir biçimde ifade edebilir. Hâlbuki anlamın tarifini ezberleyenin, söyleyebileceği ikinci bir alternatifi yoktur. O ezberini söyler ve ondan sonra orada kalır.

Bütün sorun burada Hocam… Teşekkür ediyorum…

Estağfurullah. Asıl ben teşekkür ederim. İnşallah maksat hâsıl olur.

Tekkede de, şimdi bakıyorum; şeyhlik iddiasında olan insanlar, etraflarının kalabalıklığıyla övünüyor. Bu iş kalabalık işi değildir; bu bir anlama işidir.


Muhabir: Mina Özertan