Yeni Birlik Gazetesi
İstanbul
Açık
9°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
ANKARA
00:00:00
Sahur vaktine kalan
İSTANBUL
00:00:00
Sahur vaktine kalan
Ara

Birliğin felsefesi: Plotinos, Spinoza ve İbn Arabi’de Tanrı, evren ve varlık

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Bu Cumartesi Ramazan’a özel üçüncü yazımı size sunuyorum. Elbette bu alışılageldik bir Ramazan yazısı değil. Geçen hafta Danimarkalı filozof ve ilâhiyatçı Soren Kerkegaard’ın İnanç Şovalyesi kavramı ile İslâm Tasavvufundaki “seyr-ü sülük / Allah’a giden içsel yolculuk” kavramı ve “fenâ fi’llah / benliğini Allah’ın varlığında yok etme” makamı arasındaki benzerlik ve farklılıkları anlatmıştım. Bu yazım, Roma Dönemi İskenderiye’si, Orta çağ İspanya’sı ve 17’inci yüzyıl Hollanda’sında yaşamış üç düşünürün Tanrı ve Varlığa yönelik bakış açılarını karşılaştırmak amacı gütmektedir. Başlıkta geçen üç kavram olan Tanrı, Evren ve Varlık kavramları, insan düşüncesinin en kadim sorularının merkezinde yer alır. Bu üçlü, yalnızca metafizik bir ilgi alanı değil, aynı zamanda insanın kendi konumunu, amacını ve hakikati kavrayış biçimini belirleyen temel mihenk taşlarıdır. Tanrı’nın evrenle ilişkisi nedir? 

Varlık bir midir yoksa çok mu? İnsan bu varlık içinde nasıl bir yere sahiptir? Bu sorulara verilen yanıtlar, farklı felsefi ve mistik geleneklerde, kültürel ve tarihsel bağlamlara göre çeşitlenmiş olsa da, dikkat çekici şekilde birlik yani “vahdet” fikrinde buluşmuşlardır. Bu bağlamda, Plotinos, Spinoza ve İbn-i Arabi, birbirlerinden farklı coğrafyalarda ve dönemlerde yaşamış olmalarına rağmen, birliğin felsefesi etrafında şekillenen derin sistemler kurmuşlardır. Plotinos’un Bir’i, Spinoza’nın Tanrı ya da Doğa ilkesi ve İbn-i Arabi’nin Vahdet-i Vücud anlayışı, evrenin kökeni ve yapısı hakkında farklı ama birbirini yankılayan tasvirler sunar. Bu yazının amacı, söz konusu üç düşünürün Tanrı–Evren–Varlık ilişkisine dair görüşlerini karşılaştırmalı bir yöntemle ele almak, aralarındaki ortak kavrayış zeminlerini ve farklılık noktalarını ortaya koyarak varlık felsefesinin evrensel boyutuna ışık tutmaktır. Bu inceleme, hem felsefi akıl yürütmenin hem de mistik sezginin sınırlarını yoklamayı hedefleyen bir arayış olarak tasarlanmıştır. İsterseniz, ilk önce başlıkta adı geçen üç düşünürü kısaca tanıyalım. 

I. ÜÇ DÜŞÜNÜRÜN KISA BİYOGRAFİLERİ VE DÖNEMLERİ 

Plotinos (MS 204–270)

 Plotinos, Antik Yunan felsefi mirasının son büyük taşıyıcısı ve aynı zamanda mistik derinliğiyle bu geleneği aşan bir filozoftur. Mısır’da doğduğu kabul edilen Plotinos, felsefi eğitimini İskenderiye’de aldıktan sonra Roma’ya yerleşmiş ve burada önemli bir felsefe okulu kurmuştur. Öğrencisi Porphyrios, hocasının düşüncelerini derleyerek Enneadlar adlı eser haline getirmiştir; bu eser, hem Plotinos’un özgün felsefi sistemini günümüze taşımış hem de Yeni-Platonculuk olarak bilinen akımın temelini atmıştır. Plotinos’un düşüncesi, Platon’un idealar kuramını metafiziksel ve mistik bir düzeye taşır; Bir (To Hen) anlayışıyla evreni, aklı ve ruhu açıklamaya girişir. Onun felsefesi, hem Hristiyan ve Musevi hem de İslam düşüncesinde iz bırakmış, özellikle sudûr teorisi ile doğu felsefelerine de kaynaklık etmiştir. Bizim açımızdan önemi, İbn-i Sina ve Farabi gibi iki büyük Türk – İslâm Filozofunun Enneadlar’ı okuyarak (yalnız yanlış biçimde bu eserin Aristo’ya ait olduğunu sanarak) kendi metafizik sistemlerini geliştirmeleridir. Bir başka yazıda bu iki büyük filozofumuzu anlatırım, inşallah… 

Baruch Spinoza (1632–1677)

 Spinoza, 17. yüzyıl Avrupa’sının en radikal ve özgün akıllarından biri olarak, hem rasyonalist düşüncenin zirvesine ulaşmış hem de Tanrı–doğa özdeşliği fikriyle Batı metafiziğinde derin bir kırılma yaratmıştır. Amsterdam’da Yahudi bir ailede doğan Spinoza, genç yaşta Yahudi cemaatinden aforoz edilmiş, ancak bu dışlanma ona bağımsız düşünme özgürlüğü kazandırmıştır. Başlıca eseri olan Ethica, klasik geometrik yöntemle kaleme alınmış, ama içeriğiyle panteist bir metafizik sistem sunmuştur: Ona göre Tanrı ve doğa aynı şeydir ve evrendeki her şey bu zorunlu varlığın bir tezahürüdür. Sonuç olarak Spinoza, özgürlük ve zorunluluğu yeniden tanımlamış, Tanrı’yı aşkın bir varlık değil, her şeyin içkin özü olarak görmüştür. Bu yaklaşımı, modern seküler düşüncenin temellerinden biri olarak kabul edilir. 

Muhyiddin İbn-i Arabi (1165–1240) 

Tasavvuf düşüncesinin doruk noktası olan İbn-i Arabi, Batı’da ve İslam Aleminde, özellikle Ehl-i Tasavvuf arasında “Şeyhü’l-Ekber”, yani “En Büyük Şeyh” unvanıyla anılır. Endülüs’ün Murcia şehrinde doğmuş, yaşamı boyunca İslam coğrafyasını dolaşmış ve nihayet Şam’da son nefesini vermiştir. Felsefesi, yalnızca İslam düşüncesini değil, dünya mistisizmini de derinden etkilemiş; özellikle Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) anlayışıyla varlık ve Allah ilişkisini tamamen yeni bir düzlemde ele almıştır. Başlıca eserleri arasında, Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususü’l-Hikem yer alır. İbn-i Arabi, Allah’ın isim ve sıfatlarının (Esmâ-ü’l Hüsnâ) evrende tecelli ettiğini, evrenin O’nun isim ve sıfatlarının bir yansıması ve/veya bir gölgesi olduğunu savunur; bu sebeple, evrendeki her şeyin ardında ilahi hakikatin izlerini sürmeyi amaçlayan bir metafizik inşa etmiştir. Onun düşüncesi, mistik sezgi, aşk ve marifet yoluyla Allah’a ulaşmayı öngören bir içsel yolculuğa (seyr-ü sülûk) davettir. Şimdi dilerseniz Plotinos, Spinoza ve İbn-i Arabi’nin Tanrı, Evren ve Varlığa dair görüşlerini ayrı ayrı ele alalım.

 II. TANRI, EVREN VE VARLIK HAKKINDA GÖRÜŞLER 

Plotinos: Aşkın Birlik ve Sudûr Zinciri 

Plotinos’un evren anlayışı, mutlak bir aşkınlık fikrine dayanır. Ona göre her şeyin kaynağı olan Bir (To Hen), ne düşünceyle kavranabilir ne de kelimelerle ifade edilebilir; çünkü her nitelik, çokluğu ve belirlenimi içerir, oysa Bir, her türlü belirlenimin ötesinde saf birliktir. Bu Bir’den, zorunlu bir taşma (sudûr) sonucu ilk olarak Nous (Akıl) ortaya çıkar. Nous, içinde ideaları barındırır ve çokluğun başlangıç noktasıdır. Nous’tan ise Psyche (Ruh) sudûr eder; ruh, zaman ve mekân içinde hareket edebilen bir varlıktır ve maddi evrenin yaratıcısı konumundadır. Plotinos’a göre varlık, bu sudûr zincirinde mükemmellikten eksikliğe doğru ilerler; evren, Bir’in doğrudan tezahürü değil, onun azalan bir yansımasıdır. İnsan ruhu, bu evrende bedensel varlıkla sınırlanmış olmasına rağmen, mistik sezgi ve arınma yoluyla Bir’e geri dönebilir. Böylece, Tanrı–evren ilişkisi bir tür ontolojik mesafe üzerinden kurulur: Bir aşkındır, ama varlıkların tümü Bir’den pay alarak mevcuttur. Bu anlamda Plotinos panenteist sayılır. 

Spinoza: İçkin Tanrı ve Panteist Ontoloji 

Spinoza’nın metafizik sistemi, radikal içkinlik ilkesi üzerine kuruludur. Ona göre Tanrı ve doğa aynı şeydir: “Deus sive Natura.” (Not: Bu söz kelime anlamıyla “Tanrı ya da Doğa” demektir. Bu ifade, Spinoza’nın Tanrı ile doğayı özdeş gördüğünü ve ikisi arasında hiçbir ontolojik ayrım kabul etmediğini gösterir. Yani, ona göre Tanrı ayrı, aşkın, evren dışında bir varlık değildir; doğanın kendisi Tanrı’dır, evrende var olan her şey bu tek tözün (substantia) zorunlu nitelikleri ve görünüşleri (modi) olarak ortaya çıkar. Bu yüzden “Deus sive Natura”, aslında şu anlama gelir: ‘Tanrı, doğada ve doğa aracılığıyla var olur; doğa ise Tanrı’nın zorunlu varoluşudur.’ DMD) Bu nedenle Tanrı, evrenin dışında aşkın bir varlık değil, evrenin kendisidir. Tüm var olan şeyler, tek bir tözün (substantia) zorunlu niteliklerinden türeyen görünüşlerdir (modi). Bu töz kendi başına vardır, yaratılmamıştır ve zorunlu olarak vardır. Spinoza’nın Tanrı anlayışı, klasik teizmin Tanrı’sını reddeder; onun Tanrısı yaratan, müdahale eden bir irade değil, evrenin yapısal özüdür. Dolayısıyla Tanrı’nın dışında ne bir varlık ne de bir eylem mümkündür. Bu düşünce, Spinoza’yı katı bir determinizme götürür: Evrendeki her şey, Tanrı’nın zorunluluğuyla ortaya çıkar. Özgürlük, bu zorunluluğu anlamaktan ibarettir. Spinoza’da Tanrı ile evrenin tam özdeşliği, onun düşüncesini panteizmin en sistematik örneği haline getirir. 

İbn Arabi: Vahdet-i Vücud ve Tecelli Metafiziği 

İbn-i Arabi’nin Allah – evren ilişkisi anlayışı, Vahdet-i Vücud ilkesi çerçevesinde şekillenir. Bu anlayışa göre hakiki varlık yalnızca Allah’tır (Vâcib-ü’l Vücûd); diğer tüm varlıklar, O’nun isim ve sıfatlarının tecellilerinden ibarettir. Evren, Allah’ın zatından değil, ilahi hakikatlerin yansımasından meydana gelir. Bu nedenle evrende görülen çokluk (kesret), aslında birliğin (vahdet) perdelenmiş şeklidir. İbn-i Arabi’ye göre Allah, hem aşkın (tenzih) hem içkindir (teşbih); her şeyde O’nun izini görmek mümkündür ama hiçbir şey O değildir. Bu denge, onun düşüncesinin kalbidir. İnsanın görevi, marifet yoluyla varlıkta görünen ilahi hakikati keşfetmek, aşk ve tefekkür ile “fenâ fi’llah” mertebesine ulaşarak Allah’ta yok olmaktır. Evren bir gölgedir, ama bu gölge gerçeğin sırlarını taşır. Bu yaklaşım, İbn-i Arabi’nin düşüncesini mistik panenteizme yaklaştırır; Tanrı evrendedir, ama evren Tanrı değildir. 

III. KARŞILAŞTIRMALI ANALİZ: TANRI–EVREN–VARLIK İLİŞKİSİNDE BİRLİK VE AYRIŞMA 

Plotinos, Spinoza ve İbn-i Arabi, görünüşte farklı metafizik sistemler kurmuş olsalar da, hepsinin düşünce merkezinde birlik fikri yer alır; ancak bu birlik, Tanrı ile evrenin ilişkisini nasıl kurduklarına göre farklı anlamlar kazanır. Plotinos, Tanrı’yı evrenden mutlak surette aşkın bir ilke olarak görür; Bir, ne evrenle özdeştir ne de evrende içkindir. Ancak sudûr teorisi sayesinde Bir’in etkisi evrende hissedilir, varlık hiyerarşisi bu aşkın kaynağın bir tür yansımasıdır. Spinoza ise tam tersi bir rota izleyerek, Tanrı’yı evrenle özdeş kılar; ona göre Tanrı evrenden farklı değil, evrenin kendisidir. Bu, Spinoza’yı panteist yapar ve onun sisteminde aşkınlık kavramı neredeyse anlamını yitirir. İbn-i Arabi ise Plotinos ile Spinoza’nın arasında dengeleyici bir tutum alır: Tanrı hem aşkın hem içkindir; evren Tanrı’dan ayrı değildir ama Tanrı evrenin kendisi de değildir. Bu yaklaşım, İbn-i Arabi’nin panenteist olarak nitelenmesini sağlar. Üç düşünürün varlık anlayışları da bu zemin üzerinden şekillenir: Plotinos’ta varlık derecelidir ve birliğe yöneliktir; Spinoza’da varlık tek tözdür, çokluk onun zorunlu görünüşüdür; İbn Arabi’de ise çokluk, birliğin aynadaki yansımasıdır, hakiki varlık yalnızca Allah’tır. Böylece Tanrı–evren ilişkisini düşünme biçimleri, her biri için farklı sonuçlara ulaşsa da, varlığın birliği fikrinde kesişir, fakat bu birlik, her biri için farklı bir hakikat düzeni ifade eder. 

IV. MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ VE BİZ 

Hazret-i Şeyh-ü’l Ekber, İslâm Düşüncesini, özellikle Osmanlı tefekkürünü derinden etkilemiştir. Aslen Endülüslü olmasına rağmen ilerleyen zamanda Konya’ya gelmiş, burada evlenmiş ve üvey oğlu Sadreddin-i Konevî hazretlerini yetiştirmiştir. Onun Vahdet-i Vücûd anlayışı ve buna dayalı kurduğu hem kozmoloji hem de seyr-ü sülük yöntemi Mevlevîlerden ilk dönem Nakşilere ve bugün Cerrahilere kadar birçok Türk - Osmanlı tarikatının kılavuzu olmuştur. Neşati’nin bir beytiyle bitirelim: “Ettik o kadar ref’i taayyün ki Neşati // Âyine-yi pür tâb-ı mücellâda nihanız.” “Hocam bu nedir, Allah aşkına?” diyorsanız size ben fakirin naçizane tercümesini (mümkün olduğunca Aruz kalıbına sadık kalarak) sunayım: “Geçtik o kadar benliğimizden ki Neşati // Parlak cilâlı aynada bile görünmeyiz.”

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *