Bir ellerinde karton kutudaki kahveler, diğerinde kocaman telefonlar. Keyifle ve heyecanla yürümeye çalışıyorlar. Gözler telefonda, dikkatler dökülmemesi için süslü kahve kutusunda. Geçen gün büyük bir alışveriş merkezindeki ünlü bir kafenin önünde karşılaştığım çocuklardan söz ediyorum.
Serde hocalık var ya yanaştık yanlarına ve biraz sohbet ettik ayaküstü. Söz kocaman kahve kutusuna geldi ve ne içtiklerini sordum. Adını telaffuzda zorlandıkları, kapağını açıp göremedikleri ve muhtemelen içeriğini bilemedikleri koyu bir kahve. On üç yaşındaki kız çocuğunun sözü aslında konuyu özetliyor: “Biz alıştık buna. Arkadaşlarla her hafta buradayız. Ne olduğu önemli değil, kutunun havasına bakar mısınız?”
Onlardan ayrılırken acaba bu ülkenin temel değerlerini aynı heyecanla taşıyor mu bu çocuklar diye düşündüm. Kişilik ve kimliğin temel insani değerlerle harmanlanarak yerleştiği bir dönemde ne tür değerlerin ya da değersizliğin esiri oluyor çocuklarımız? Modern olmak uğruna hayatın gösterişe dönüştüğü bir çağın çocuklarını harekete geçiren güç; yokluk ve ihtiyaç değil varlık ve farklı bir şey yapma tutkusu.
Markaların Kölesi
Uluslararası markaların kölesi olup onları; zihnimizde, gönlümüzde, dilimizde ve sırtımızda taşımaktan kendi hakikatlerimizi taşıyamaz olduk. Kırk yıllık hatırı olan kahveyi, bilemediğimiz kavramlarla algılama hevesine girdik. İhtiyacımız olmayanların peşinde koşmaktan gerçek ihtiyaçlarımıza yabancılaştık. Büyük bir azim ve gayretle tüketiyoruz.
Kafeler, restoranlar, alışveriş merkezleri dolu, barlar, marketler, berberler, oteller, sahiller, oyun merkezleri, kantinler, pazarlar ve her türlüsünden dükkânlar dolu. Gizli bir anlaşma yapmış gibi memleket insanı. Hep birlikte üretimden uzaklaşıyoruz.
Konu çoktan ihtiyacı gidermeyi aşmış ve bir marka tutkusuna dönüşmüş. Ürünün, arkasındaki üreticiyi, kalitesini, dayanıklılığını çoktan bıraktık da markasına vurulduk. Elbette marka bir tercihtir. Atladığımız bir gerçek var ki bilinen bir markanın ürününü sırtımızda taşıyarak marka bir insan olamayız. Kişiliğimiz, maddenin hâkim olduğu dış görünüş ile değil mananın egemen olduğu iç dünyada şekillenir. Bilinen, saygı gören, güven duyulan bir insan olmak, dışımızda taşıdığımız markaların değil içimizde taşıdığımız temel insani değerlerin ve ahlakımızın sonucudur. Kalıcı olan da budur. Asıl olan bize duyulan saygının, giydiğimiz kürkten sonra da devam etmesidir.
Araştırmalar; marka tutkusunun, bireylerin davranışlarını etkileme ve yönlendirme konusunda giderek belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Belirli markaların indirim günlerinde yaşanan ve aylarca önceden başlayan alışveriş çılgınlığı, ihtiyaca bakılmaksızın sahip olma ve tüketme dürtüsünün görüntülerini hatırlayalım. Markalı ucuz ürünleri kapma yarışına giren insanların, birbirlerini yaralamak pahasına mücadeleye girdiklerine şahit oluyoruz. Markaya sahip olma, onu tüketebilen zümrenin içinde yer alma çabası, beraberinde yoğun bir değersizliğe ve insani gerilemeye de zemin hazırlıyor.
Markamız Ahlakımız
Marka bir ürün almak, onunla öz çekim yapmak ve âleme göstermek. Belki de olgunlaşmamış kişiliğimizi, yerleşmemiş kimliğimizi, taşıdığımız marka ile örtmeye ve saklamaya çalışıyoruz. Markanın kimliği ile kendimize kişilik ve konum kazandırmaya çalışıyor ve bunu mutluluk olarak algılıyoruz. Oysa kapitalizmin bir eseri olarak sanal imaja dayalı ve onunla sınırlı bir yaşam, insanı gerçekten mutlu etmez. Mutlu etmez, çünkü asıl olan insanın imajlar üzerine inşa ettiği hayat değil, kendi gerçeğidir.
Kendi gerçeğimizin baş aktörü, aklımız ve ahlakımızdır. Bizi insan kılan bu değerlerin, sanal imajlar ve tüketim çılgınlığıyla örtülmesi sonuçta kişiliğimizin yerleşmesini ve kimlik kazanmamızı engellediği açıktır. O halde markaların peşinde sürüklenen ve tüketim girdabına yakalanan bir birey olmaktan marka bir kişilik olmaya doğru hızla yol almalıyız.
İnsan olarak madde odaklı tüketim dünyasının markalarının esiri olmaktan mana odaklı, gelişmiş bir evrensel ahlakın tutkunu olmaya yönelme vaktidir.