Anne ve iki evladı telefonlarına öylesine dalmışlardı ki direksiyon başındaki babanın yorgunluğunu ve arabanın ara ara savrulmasını bile fark etmediler.
Bir aile şirketinin kurucu babasının il dışındaki toplantısı bitmiş ailesiyle eve dönüyordu. Eşi ve iki çocuğuyla arabada sohbet etmek istedi. Ama her zamanki gibi konuşamadılar. Çünkü iletişimleri daralmış, ortak hedefleri zayıflamıştı.
Anne ve iki evladı telefonlarına öylesine dalmışlardı ki direksiyon başındaki babanın yorgunluğunu ve arabanın ara ara savrulmasını bile fark etmediler. Baba, kapanan gözlerini açık tutmak için bir benzinlikte durup yüzünü yıkamıştı. Ama bu da yeterli olmamıştı. Oğlu bir ara kulaklığını çıkarıp “Kaza yapmasak bari” demişti. Kazadan önceki son sözlerdi bunlar.
Hafif yağmurlu havada karanlık çökmüştü. Üç gün devam eden toplantıların bedensel ve ruhsal yorgunluğu ve uykusuzluğu üzerine saatlerce araba kullanan baba, dar virajı fark etmedi ve direksiyon hakimiyetini kaybetti. Araba hızla bariyerlere çarptı sonra savruldu, savruldu. Yan yatan arabada babanın başı bariyerlere çarpmış ve ağır yaralanmıştı. Diğerlerinde hafif sıyrıklar vardı.
Kazadan sonra aile üyeleri şaşkınlık ve telaş içinde ne yapacaklarını bilemediler, hızlı hareket edemediler. Epeyce bekledikten sonra çevredekilerin yardımıyla hastaneye kaldırılan baba, yolda kan kaybından öldü. Peki şimdi ne olacaktı? Çünkü her şeye koşan baba artık yoktu. Aile, hayal dünyasından çıkıp kendi gerçekleriyle ve hayatın hakikatiyle buluşmaya başlamıştı bu acı tecrübeyle.
Cenaze işlemleri şirketin idari işler müdürü tarafından yapıldı. Aile üyelerinin akrabalarıyla arası iyi değildi. Zaten çoğunu da tanımıyorlardı. Vefat eden babanın genç oğlu; cenazenin bir gün hastane morgunda kalmasını, ertesi gün mezarlıklar müdürlüğüne götürülmesini, yıkanmasını nihayet öğle namazına doğru semt camisine getirilmesini bir film gibi dışarıdan izliyordu.
HAKİKATİN ORTASINDA
Şirket müdürü, gencin kulağına eğilerek babasının başında beklemesini söyledi. Musallanın önünde bekleyen gencin gözü, tabutun üstündeki yeşil örtüdeki yazıya takıldı. “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût/57) Bu ayeti defalarca okudu içinden. Ve ilk kez babası için gözünden yaşlar akmaya başladı.
An ve an işleyen zamanın ve her dem yeniden kurulan hakikatin tam ortasındaydı 27 yaşındaki genç. Musallada yatan babasının cansız bedeni üzerinden hayatın anlamını yakalamak istiyordu. Beyni alışık olmadığı düşüncelerin hücumuna uğramıştı adeta. Cami avlusunda babasını seven ve son yolculuğunda yalnız bırakmayan yoğun kalabalığı seyrederken “Ne çok seveni varmış babamın, ben bu sevginin neresindeyim?” dedi kendi kendine. Ve babasıyla ilişkilerini düşündü.
Mezuniyet gecesinde istediği arabayı almayan babasına küsüp evi terk edişini, yüksek lisans için yurt dışında bir yıl kalıp sadece bir sertifika belgesiyle döndüğünde babasının hastalandığını, şirketin bir bayiden alacağını tahsil etmek için gittiği şehirde iki gün kalıp aldığı parayı harcamasını hatırladı. Babasını mutlu ettiği bir anı hatırlamak istedi ama bulamadı ve hıçkırıklara boğuldu.
Ezan okunup herkes camiye girince ne yapacağını şaşırdı. Zira rahmetli dedesiyle 5-6 yaşlarında bir kez gittiği camiye yıllar sonra yeniden girecekti. Yaşlı bir amcaya bakarak abdest aldı ve camiye girdi. Vakit namazından sonra kılınan cenaze namazı, hoca tarafından tarif edildiği için zorlanmadı.
İŞGAL ALTINDAKİ ZİHİNLER
Cenaze arabasına binip kabristana doğru giderken bu derin üzüntünün en çok kendisine ait olduğunu fark etti. Cenaze kabre indirileceği zaman kalabalıktan biri, “Oğlu insin mezara” dediğinde büsbütün şaşırdı, irkildi. Kefene sarılı babasına son bir kez dokunmak istiyordu aslında. Tereddüt eden gencin küçük amcası mezara indi ve defin yapıldı. Mezara atılan her kürek toprak, gencin zihninde yeni şimşeklere neden oluyordu adeta. Keşke ile başlayan birçok cümle kurdu içinden. Babamı anlamak için çaba gösterseydik, hep küs olmasaydık, ben, annem veya ablam son yolculuğumuzda arabayı kullansaydık biraz, zamanı geri getirebilsem keşke, olanlar rüya olsa keşke...
Arkadaşının arabasıyla camiye dönüp taziyeleri kabul eden aile içinde yer alan genç, babasının sık tekrar ettiği; “Ailemiz her şeyimiz” sözünü hatırladı. Ve zihninin ne kadar da boş bilgilerle ve başkasına ait verilerle dolduğunu fark etmeye başladı. Kendisine çok kızdı.
Zira sadece tüketmek için yaşadığını, kimliğinin sıradanlaştığını, hayatın temel gerçeği olan anlam arayışından kopuk olduğunu kısacası insan olmaktan ne kadar uzak olduğunu fark etmeye başladı. Hiç kimseye bir faydası olmadığını düşündükçe kahroluyordu.
Ve bu derin acıdan yeni bir kimlikle doğmak, insan olmanın erdemiyle dolmak istiyordu. Sanal dünyanın işgal ettiği zihnini temizlemek için kararlıydı. Yitik aile değerlerini yeniden inşa etmek için başkalarının yolları, tanımları ve kültürleriyle değil kendi aile ve toplum değerlerini temsil etmenin arayışına girecekti artık.