Büyümeye kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Büyümeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Daha önceki yazılarımda kapitalist bir ekonominin yaşamak için büyümek zorunda olduğundan bahsetmiştim. Bu büyüme herkesin sandığı gibi üç ayda bir açıklanan GSYİH’nin artış oranı değildi, buna güncel büyüme deniyordu. Büyüme iktisadında incelenen ise bir ekonominin tam istihdam halinde üretebileceği maksimum gelirin, yani potansiyel üretimin uzun dönemli artış hızıydı. Bu da, üretim sürecinde kullanılan üretim faktörlerinin artış hızına bağlıydı. Bu üretim faktörleri işgücü/emek, sermaye, toprak/gayrı menkul ve girişimdi. Geleneksel büyüme modellerinde girişimin büyüme oranı (kısmen girişim gücünün kolay ölçülemeyen bir olgu olmasından dolayı) ihmal edilirken, toprak/gayrı menkul sınırsız büyüklükte kabul edilirdi. Doğal olarak büyüme oranını hesaplarken temelde sermaye ve emek faktörlerinin büyümelerine bağlı olduğu varsayılmaktaydı. Burada iki önemli varsayım vardı: Birincisi sermaye ve emek sektörel ve yapısal farklılıklar göstermemekteydi. Yani her sektörde kullanılan emek ve sermaye tek tip ve birebir aynıydı. Bu da sermayenin diğer tiplerini ihmal edilerek sadece fiziki sermaye (üretimde kullanılan makine ve teçhizat) ve emeğin de zihni emek ihmal edilerek sadece fiziki emek olduğu varsayımına götürüyordu. 19’uncu Yüzyıılın sonu ve 20’inci Yüzyılın başı için bu varsayımlar nispeten gerçekçi sayılabilirdi. Gerçekten de o dönemde, yeni başlayan kütle üretim sistemi ile üretim ağırlıklı olarak fiziki sermaye ve fiziki emeğe dayalıydı. İkinci varsayım ise dışa kapalı ekonomi varsayımıydı. Yani dış ticaret, dış göç, dış sermaye yatırımları ve dış borç imkânları ihmal edilmekteydi. İlk zamanlar için bu da anlaşılır ve nispeten gerçekçi varsayımlardı.

Bu bağlamda büyüme iktisatçılarının sorduğu ana soru “kapitalist bir ekonominin hiçbir hükümet müdahalesi olmadan tam istihdam halinde istikrarlı bir büyüme oranına ve bu büyüme oranına kendiliğinden ulaşmasına sebep olacak bir mekanizmaya sahip olup olmadığı sorusu” idi. Marx, doğrudan bu soruna odaklanmasa da, yazdıkları itibarıyla anlaşıldığı üzere, böyle bir “doğal büyüme oranına” sahip olmadığını ve kapitalizmin sınıf çatışmasına bağlı eşitsizlikler ve istikrarsızlıklar sebebiyle çökmek zorunda olduğu görüşündeydi. Harrod ise kapitalist bir ekonomide bir “doğal büyüme oranının” olduğunu ama bu büyüme oranına ekonomiye ulaştıracak bir mekanizma olmadığını, sistemin doğası gereği istikrarsız olduğu, sonuç olarak istikrarlı bir büyüme için devlet planlaması ve karma ekonominin zorunlu olduğu sonucuna ulaşıyordu. Harrod teknoloji düzeyinin ve işgücü verimliliğinin sabit olduğu bir ekonomide doğal büyüme oranının nüfus artış hızı ve amortisman oranının toplamına eşit olduğunu, dengeli büyüme için de ortalama tasarruf oranı ile sermayenin ortalama verimliliğinin çarpımının doğal büyüme oranına eşit olması gerektiğini söylemekteydi. Ona göre bu oranların hepsi ekonomi dışı etkenler tarafından belirlendiği için ekonomiyi doğal büyüme hızına yaklaştıracak bir mekanizma yoktu. Ekonominin doğal büyüme oranına ulaşabilmesi için ortalama tasarruf oranının veya sermayenin ortalama verimliliğinin değişerek dengeye intibak etmesi gerekirdi. Solowve Swan birbirlerine yakın zamanlarda yayınladıkları makalelerinde benzer bir model kurmuşlardı. Onlara göre sermaye miktarı arttıkça ortalama verimlilik düşmekteydi, azaldıkça da ortalama verimlilik artmaktaydı. Bu sayede aşırı yatırım ve aşırı sermaye birikimi olduğu dönemlerde sermayenin ortalama verimliliği düşecek, eksik yatırım ve eksik sermaye birikimi olduğunda ise sermayenin ortalama verimliliği artacaktı. Bu değişim sayesinde temin edilen büyüme oranı uzun dönemde doğal büyüme oranına yaklaşmaktaydı. Ancak bunun için bütün piyasalarda tam rekabet şartlarının var olması ve finans sisteminin etkinlikle işlemesi gerekliydi. Aynı soruya Kaldor ve Pasinetti’ninyakın zamanlarda ve benzer modellerle verdiği cevapta ise ortalama tasarruf oranı değişmekteydi. Toplumlar içinde emekçiler ve sermayedarlar farklı gelirlere ve farklı tasarruf oranlarına sahipti. Sermayedarların tasarruf oranları emekçilere göre çok daha yüksekti. Emek gelirlerinin toplam gelir içindeki payı arttıkça tasarruf oranı düşmekte, tersi durumda tasarruf oranı artmaktaydı. Tasarruf oranındaki bu değişim sayesinde temin edilen büyüme oranı doğal büyüme oranına uzun dönemde yaklaşmaktaydı. Bu ilişkini geçerli olabilmesi için işçi sınıfının örgütlü ve müzakere gücünün yüksek olması yanında toplumda demokratik hakların gelişmiş olması gerekmekteydi.

Dikkat edilirse bu modellerin hiç biri teknolojik gelişmenin etkilerini göstermemekteydi. Teknolojik değişimi büyüme modeline ekleyen iktisatçılar (Sir Roy Harrod ve Sir John Hicks) da teknolojik gelişme hızını ekonomiden bağımsız dışsal bir değişken olarak ele almaktaydılar. Bunun sonucunda modeller çok değişmedi, sadece doğal büyüme oranının tanımında ufak bir değişiklik yapıldı: Doğal büyüme oranı artık nüfus artış hızı, amortisman oranı ve teknolojik gelişme hızının toplamından oluşuyordu. Bugün ilk önce temel kavramları açıklayacağım. Daha sonra teknolojik gelişmenin büyüme üzerinde genel etkilerini inceleyeceğim. Bir sonraki yazıda endojen büyüme teorilerinden bahsedeceğim.

TEKNOLOJİ, TEKNOLOJİK GELİŞME VE TEKNİK İLERLEME NEDİR?

Teknoloji iktisatçıların genelince “üretim fonksiyonuna” verilen addır. “Bir firma ne kadar sermaye ve emek kullanırsa ne kadar üretim yapar?” sorusunun cevabı üretim fonksiyonu ile verilir. Ancak bu tek bir firma için geçerlidir ve toplumun bütünü ve ekonominin tamamı için başka bir tanım geçerli olmalıdır. Schmookler “İcatlar ve İktisadi Büyüme / Invention andEconomic Growth” adlı kitabında teknolojiyi “sanayi üretiminde toplumsal bilgi havuzu” olarak tanımlar. Schumpeter’e göre ise genel bir teknoloji tanımından ziyade her ekonomik sistemin belli dönemler için tâbi olduğu teknoloji paradigmaları vardır. Her teknoloji paradigması belli düzeyde bir toplumsal bilgiyi yine o bilgi ile uyumlu üretim tarzı, girişim kültürü, toplumsal örgütlenme ile ilişkilendirir. Her iki tanımı birleştirecek olursak bir teknoloji paradigması belli bir dönem için geçerli olan toplumsal bilgiye dayalı üretim yöntemleri ve o üretimde kullanılan üretim faktörlerini tanımlar. Bu tanıma bağlı olarak teknolojik gelişme bir teknoloji paradigmasından başka teknoloji paradigmasına geçmek olarak tanımlanabilir. Bu geçiş için öncelikli olarak mevcut toplumsal bilgi havuzunun büyümesi ve farklılaşması gerekir. Bu da çok uzun zaman alacak bir süreçtir. Bazı iktisatçılar bu değişimin belli dönemlerde hızla gerçekleştiğini savunurken (ki bunlardan biri de benim) bazılar sürekli bir değişim süreci varsayar. Ancak bütün iktisatçıların ortak olarak kabul ettikleri olgu teknolojik değişimin hep ileriye doğru olduğu yönündedir. Çünkü zaman geçtikçe toplumsal bilgi havuzu küçülmez, aksine büyür. Pekiyi teknolojik gelişme ile teknik ilerleme arasındaki fark nedir?

Bir teknoloji paradigması değiştiğinde ekonomideki ve toplumdaki genel atmosfer değişir. Ama ekonomideki yüzlerce faklı sektörde bu teknolojik gelişmenin farklı etkileri doğar. Teknolojik gelişmenin üretim kapasitesine ne ölçüde yansıdığı teknik ilerleme kavramı ile açıklanır. Teknik ilerleme/technicalprogress “teknolojik değişimin kişi başı üretimde yol açtığı artış oranını” gösterir. Bu nasıl gerçekleşir? Üç yolla: Birincisi daha önce de üretilen bir ürünün daha az sermaye ve daha az emek kullanılarak üretilmesidir ki, bunu başka bir deyişle bu ürünün daha az birim maliyetle üretilmesi olarak da tanımlayabiliriz. İkincisi mevcut ürünlerin niteliklerin gelişmesi ve yenilenmesi olarak açıklayabiliriz ki, bu da ürün yenilenmesi olarak tanımlanır. Üçüncüsü ise yeni teknoloji paradigması ile ortaya çıkan yeni ürünlerdir.

Teknolojik gelişmenin teknik ilerleme vasıtasıyla büyümeye katkısı olumludur. Ya mevcut ürünlerden daha fazla ve daha düşük maliyetle üretilecek, ya mevcut ürünler yenilenecek veya yepyeni ürünler üretilmeye başlanacaktır. Ancak geleneksel iktisat modellerinde sıkça yapılan bir varsayım bu modellerin gerçekçiliğini sınırlamaktadır: Teknolojik gelişme dışsaldır. “Teknolojik gelişmenin kaynağı icat ve keşifler ise, bu icat ve keşifleri yapanlar da bilim insanlarıdır. Onlar da bir kâr güdüsüyle iş yapmazlar. En azından 19’uncu Yüzyıl sonu ve 20’inci Yüzyıl başında böyleydi. Dolayısıyla icat ve keşifler bilim insanlarının çalışması sonucunda ortaya çıkmışlarsa, teknolojik değişimin iktisadi olaylarla bağlantısı yoktur, bu yüzden ekonomiye dışsaldır.” Geleneksel modellerdeki bu bakış açısı, maalesef, teknolojik değişimi ve teknik ilerlemeyi çok hızlı yaşadığımız bu dönemde, açıklayıcılığı olmayan bir bakış açıkçısıdır. Bugün bilimsel patentlerin, icat ve keşiflerin büyük çoğunluğu büyük firmaların AR-GE departmanlarından çıkmaktadır. Üniversiteler bile önemli çalışmalarında özel sektör firmaları ile ortaklaşa çalışmakta, çoğu zaman araştırmanın sponsorluğunu bu firmalar üstlenmektedir. Yani bilimsel icatlar da ciddi şekilde kâr güdüsüne bağlı olarak gerçekleştirilmektedir.

Teknik ilerleme için sadece icatlar mı gerekir? Hayır, aksine bunun kâr getirecek bir yatırıma dönüştürülmesi gerekir. Bu yatırımlara genel olarak inovasyon yatırımları, mevcut ürünü daha çok miktarda ve daha az maliyetle üretmek için yapılan inovasyona süreç inovasyonu, mevcut ürünü yenilemek veya tamamen yeni bir ürün üretmek için yapılan inovasyona da ürün inovasyonu adı verilir. Bu inovasyonu kim yapmaktadır? Girişimci. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi geleneksel modellerde (Schumpeter haricinde) girişim gücünün önemi de ihmal edilmiştir.

Pazartesi Romer’ın öncülük ettiği endojen büyüme teorilerini ve Schumpeter’in yaratıcı yıkımını anlatacağım.