KÜRESELLEŞME, FUTBOL VE GALATASARAY
Türkiye’de her erkeğin üzerinde uzman olduğu iki konu vardır: Siyaset ve futbol. Kıraathanelerden doktora jürilerine kadar her yerde en fazla konuşulan ve herkesin mutlak hakikate sahip olduklarından emin oldukları iki konudur siyaset ve futbol. İşim gereği siyasetle öyle veya böyle ilgim olmak zorunda olsam bile siyasetle ilgili yazmaktan ve siyaset konuşmaktan çok hoşlanmam. Ama futbol… Her Türk erkeği gibi benim de en sevdiğim konudur.
Küreselleşme dalgasından futbol da nasibini aldı. 1990’lardan önce her ülkenin kendine has bir futbol anlayışı, yani bir milli ekolü vardı. Örneğin İngilizler uzun toplar ve kenarlardan şandel ortalarla oynarlardı. 8-0 yenildiğimiz iki İngiltere maçımızı hatırlayın. Almanlar fizik kondisyon, pres ve genelde tek pasla oynarlardı. İtalyanlar, “katenaçyo” ile savunma sanatının zirvesine çıkmışlardı. Bizim Fenerli ağabeylerin deyimiyle “Berezilya” bireysel yeteneğe dayalı hücum futbolu oynarken Avrupa’nın Brezilya’sı olarak bilinen Hollanda ise takım oyununa dayalı hücum futbolu oynardı. Dünya futbolu tam anlamıyla entegre olmadığı ve futbol piyasası görece sığ kaldığı için her lig kendi ülkesinin taraftar kitlesine hoş gören ve futbolcu malzemesine uygun bir tarz benimsemişti. Ülkelerin milli liglerinde yabancı oyuncu sayısı azdı ve iletişim sektörünün kısıtlı imkânları nedeniyle herkes sadece kendi ligini izlerdi. Böyle olunca ne kadar çok para alırlarsa alsınlar futbolcular ve klüpler amatör ruha ve hatta bazen mahalle ruhuna sahip olurlardı. Daha kulüpler para basma makinası sirklere, futbolcular da medya maymunlarına dönmemişlerdi.
Medya iletişim sektörünün gelişmesi, Şampiyonlar Ligi gibi büyük uluslararası turnuvaların tertip edilmesi, gelişen medya iletişim sektörü ile yayın gelirlerinin artması, taraftarların artık uluslararası kimliğe bürünmeleri, yabancı futbolcu sayısının artması ve benzeri birçok etki ile Küreselleşme Dalgası, ülke liglerinin kendine has futbol anlayışını ve milli kimliğini de ortadan kaldırdı. Artık, dünyada hangi sistem yaygınsa hemen hemen her ülkenin her kulübü aynı sistemle oynamaya çalışmaktadır ve maçlar (eğer istisnai özel yetenekler ortaya çıkmazsa) az gollü, bol mücadeleli ve keyifsiz geçmektedir. Ülke ekollerinin yarattığı çeşitlilik yerine, bütün dünyada standartlaşmış bir oyun tarzı ikame edildi. Fransa ve İspanya’nın belli dönemlerde futboldaki hakimiyeti işte bu tatsız tuzsuz, heyecansız futbolun sonucudur. 5 forvetle top oynanan 1950’lerden Aykut Hoca’nın beyan ettiği “0” forvetli oyuna evrilmiştir futbol… Ama bu tersine bir evrimdir.
Böyle bir ortamda futbol kulüpleri de yapı değiştirmiştir. Artık amaç belli bir şehrin belli bir mahallesinin onuru ve namusu olmak değil para kazanmak olmuştur. Kulüpler bugün her biri bir şirket haline gelmiş ve ana faaliyet alanları dışında bir çok sektörde ürün pazarlar ve satış yapar hale gelmişlerdir. Taraftarın kendileriyle özdeşleştirdikleri, her biri toplum için örnek teşkil eden futbolcuların yerine, sürekli yazılı ve görsel medyada arz-ı endam eden, sporcudan çok Lady Gaga’lara, Justin Timberlake’lere benzeyen medya yıldızlarına dönüşmüşlerdir. Baba Hakkı ve Baba Gündüz, Ordinaryüs Lefter’le Kral Metin bu günleri görseler, eminim ki futbolcu olmazlardı.
Türk futbolu 1990’larda (tabii ki sadece Galatasaray’ın başarıları ile) uluslararası arenada yükselmeye başlamış ve yine 2000 ve 2002 yıllarında (yine Galatasaray ile) dünya futbolunun zirvelerine yaklaşmıştır. Ama o günden bu yana giderek düşen bir performans sergilenmektedir. Siyaset ve futbolun git gide iç içe girmesi, kulüplerin bir türlü dernek statüsünden şirketleşmeye dönememesi/dönmemesi, kulüplerin alıcı konumda olduğu futbolcu piyasasının sahtekâr menajerler ve küresel işletmeler tarafından speküle edilmesi ve kulüplerin giderek içine düştükleri borç sarmalı… Bunun en güzel örneği Galatasaray’ın İddaa’cıları ofsayta düşüren son hezimetidir. Neyse rövanşı görelim de ondan sonra sevgili takımıma eleştirilerimi yağdırayım.
Cuma’ya görüşürüz.