BİZ NE ZAMAN KAYBETMEYE BAŞLADIK VE ŞİMDİ KAZANMAK İÇİN NE YAPMALIYIZ?
400 sene boyunca Batı karşısında yenilgi yüzü görmeyen (1299–1699), dünya siyaset sisteminin süper gücü, en son Roma İmparatorluğu olan Osmanlı Cihan Devleti hangi saiklerle 218 sene boyunca (1700-1918) sürekli kaybeden bir şamar oğlanına dönmüştü? Kimileri, bunun sebebinin kılıç kalkanla savaşma zihniyeti olduğunu, Batılıların tüfeklerine karşı konulamadığını söyler, (tabiî ki bu bir eblehlik göstergesidir, Osmanlı ateşli silahlar ve yaylım ateşi tekniğini kullanan profesyonel ordu ile Osmanlı olmuştu). Kimileri Fatih’in fırsat varken Hristiyanlığı kabul etmemesinin yıkılma ve çözülme sebebimiz olduğunu ima eder, “Keşke Hristiyan olsaydık, o zaman daha medeni ve çağdaş olurduk!”, derler, (şaka değil, bu görüşü savunan nice ebleh yarı aydın veya satılmış yarı hainlerle karşılaştım, inanamazsınız). Kimi de, devşirme sisteminin Türkleri devlet yönetiminden uzaklaştırdığını, hain dönmelerin de İmparatorluğu çökerttiğini söylerler, (ne gariptir ki bunu savunanlar devşirmeyi kaldırıp Milli Orduyu kuran ve milli devletin temellerini atan Sultan II. Mahmut’u da ‘gâvur padişah’ diye anarlar). Bazı akıldâneler de, bütün problemin, İslâm’ın Asr-ı Saadet’inden uzaklaşmak olduğunu, o asırdaki anlayış ve imanın ülkeyi düze çıkaracağını savunmaktaydı ve hala da savunmaktadırlar. Bu da maddi hatalarla yüklü, gayet hamasi bir söylemdir; 15 asır öncenin ekonomi politik koşulları, devlet örgütlenmesi, ticaret sistemi ile yakın çağ sonu Osmanlı’nın karşı karşıya kaldığı durum birbiriyle hiç alakası olmayan iki durumdur. Nitekim, iman kaideleri, ahlak prensipleri ve ibadetin rükünleri dışında İslam’dan bir ideoloji çıkarmaya çalışanların hali ortadadır: İslam Dünyası’nın bugünkü haline bakmanız yeter. Bu bahsedilen yanlış önermeler haricinde, birçok neden Osmanlı’nın çöküşünün sebebi olarak sayılabilir: Üretim araçlarında özel mülkiyetin olmaması ve bu yüzden sermaye birikiminin gerçekleşmemesi; İslam’ın dünyevi meselelere daha katı, sathi ve müdahaleci bir yorumunun hakim olması; eğitimde gerileme; Orta Asya’daki ana Türk kitlesi ile bağların kopması ve benzeri etkenler. Bu sayılan etkenlerin hepsinin bu çözülme ve dağılmada belli oranda payı var olmakla birlikte, benim kanaatimce Osmanlı’nın çökmesinin temel sebebi iktisadidir ve 16’ıncı yüzyılda gerçekleşen küresel iktisadi sistemdeki köklü değişime dayanır: Amerika’nın keşfi ve ticaret yollarının değişmesi…
Kanuni-Barbaros-İbrahim Paşa Üçgeni
“Yavuz’un vefatıyla yerine Kanuni Sultan Süleyman geçmişti. Barbaros, Kanunî’den bir fermân-ı hümâyûn aldı. Padişah, kendisinin Kaptân-ı Deryalığa tayin edileceğini bildiriyor ve derhal İstanbul’a gelmesini emrediyordu.
Barbaros yanına 18 amiralini de alarak İstanbul’a gelmeye karar verdi. Barbaros’un İstanbul limanına vardığı 27 Aralık 1533 günü, güzel bir kış günü idi. Bu, onun İstanbul’a ilk gelişiydi. Barbaros Hayrettin Paşa ilk defa İstanbul'a geldiği zaman Vezir-i Azam İbrahim Paşa İran seferi dolayısıyla Halep’te idi. Kaptân-ı Derya’lık görevine tayin, devlet reisi olan padişaha değil, hükümet reisi olan sadrazama ait bir işti. Padişah, sadrazamın yaptığı tayini ancak usûlen tasdik ederdi. Kanuni Sultan Süleyman, bu hususta kanunu değiştirmedi. Barbaros’a Halep’e gidip Vezir-i Azam Damat İbrahim Paşa ile görüşmesini emretti. İbrahim Paşa, Barbaros’a Kaptân-ı Deryalık tevcih edecekti. Bunun üzerine Barbaros İstanbul’da ancak 3-4 gün kaldı, padişahtan izin alarak Halep’e doğru yola çıktı. Halep’te yapılan görüşmelerde Barbaros, İbrahim Paşa’ya Osmanlıların Yeni Dünya dedikleri, Amerika'ya filo gönderip burada üs kurması gerektiğini anlattı. Ancak Paşa Akdeniz'de çok işleri olduğunu, İspanyolların Endülüs ve yeni dünyada yaptıklarının aynısını Mağrip’teki Müslüman halka da yapacağını anlattıktan sonra Mısır'a kadar olan bölgenin zorla Hristiyanlaştırılma ve engizisyon tehlikesi altında olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetti.” Yukarıdaki satırlar Ötüken yayınlarından 2014 yılında çıkan rahmetli Yılmaz Öztuna’nın Kanuni Sultan Süleyman kitabından Barbaros Hayrettin Paşa ile ilgili bölümden tarafımca kısaltılarak yazılmıştır. Burada gördüğümüz temel nokta şudur: Osmanlı’nın genel jeo-politiği Akdeniz ticareti üzerine kurulmuştu. Akdeniz ticareti de, Uzak Asya’dan gelen İpek ve Baharat yollarına bağlıydı. Buradaki en önemli ticaret partnerimiz Venedikliler ve o zamanki dünyada karşımızdaki bir numaralı düşman da İspanyollardı. Osmanlı ekonomi politiği Akdeniz ticaretine bağlı bir zadegan ve imtiyazlılar sınıfı doğurmuştu. Aynı zamanda Damat İbrahim Paşa’nın (Muhteşem Yüzyıl’da Okan Yalabık’ın oynadığı Pargalı İbrahim Paşa) Venedikliler ile yakın ilişkisi de bilinmektedir. O dönemde dünyaya hakim olan statüko antik çağdan gelen ticaret yolları üzerine bina edilmişti ve o statükonun en büyük temsilcisi de Osmanlı’ydı. Barbaros’un İbrahim Paşa’yla 2 gün boyunca olan çalışmasında bu meseleyi bir iki cümleyle keseceğini düşünmek çok safdillik olur. Muhtemelen yeni ticaret yollarından söz açmış, deniz ticaretinin artan öneminden bahsetmiş, dünya hakimiyetinin sürmesi için bu yollara hakimiyetin de zorunlu olduğunu izah etmiştir. Tarihlerin yazdığının dışında, İbrahim Paşa, sadece Akdeniz’deki Müslümanları korumak sebebiyle böyle bir stratejiye “Hayır” demiş olamaz. Kendisinin de bir parçası olduğu bir iktisadi sistemin tamamen değişmesi ve bambaşka bir yapıya evrilmesi anlamına da geliyordu bu karar. Osmanlı’nın merkezi yapısı bazılarının zannettiği gibi geri kafalılıktan, cahillik ve öngörüsüzlükten değil, çıkar sahiplerinin muhalefetinden dolayı böyle bir adımı engellemiştir. Sonunda olan olmuştur: Yüzyıllar içinde ağır ağır güçten düşen ve zayıflayan bir imparatorluk. Çünkü dünyada değişen jeo-politiği görmelerine rağmen kısa vadeli çıkarları korumak için sistemi dönüştürememişlerdir. Şimdiki meselemiz de aslında budur.
Menderes’ten Miras Kalan Atlantik Sistemi Mi, Yoksa Yeni Binyılın Yeni İpek Yolu Mu?
Dünyada ekonomik ve jeo-politik yapının ağırlık noktası Avrasya’ya kaymaktadır. Çin’in hızlı büyümesi, Rusya, Hindistan, Asya ekonomileri ve İran’ın artan iktisadi ve politik önemi, bu ülkelerdeki nüfusun ve dolayısıyla üretim ve tüketim hacminin yoğunluğu bize hep bu gerçeği hatırlatmaktadır. Öte yanda, ABD–AB–Japonya üçgenine dayalı Batı bloğu bugün çatırdamaktadır. AB fiilen bitmiş ve uzatmaları oynayan bir projedir. ABD bütün güç ve teknolojik üstünlüğüne rağmen dünya hakimiyetini kaybetmeye başlamıştır. Dünyayı saran deniz ticaretinin önemi giderek azalmakta ve enerji boru hatları ve hızlı trenlere dayalı karadan ulaşım giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Bu noktada Çin’in Yeni İpek Yolu projesi sahneye çıkarken, bu projenin en önemli geçiş noktaları Türkiye’de toplanmaktadır. Türkiye’nin yük ve yolcu trafiğini sevk edeceği yeni nesil demir yolu hatları, enerji nakil hatları, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havaalanı projeleri aslında bu değişen dünyaya uyumu hedef almaktadır. Ancak dış politikamıza ve hala daha içinde olmaya çalıştığımız ittifaklar sistemine bakarsak İbrahim Paşa ve Kanuni’nin düştüğü hataya düşmekteyiz gibi gözükmektedir. 50’li yıllarda Kore Harbi’ne katılarak ödediğimiz diyet karşılığında kabul edilen NATO üyeliğimiz ve 1995’te bir pranga gibi bağlandığımız AB projesi bize bir gelecek vaat etmemektedir. Dahası, ölmeye yüz tutmuş Atlantik sistemi ve Batı ittifakının içinde bu yapılan yatırımların çok önemi yoktur. Aksine, “müttefiklerimiz” bunlara karşı tavır almaktadırlar. Bunun da en somut göstergesi 15 Temmuz ihanetiyle zirveye çıkan son dört yıllık iç kargaşa konjonktürüdür.
15 Temmuz NATO Darbesini Yeniden Düşünmek
Cumhuriyet tarihindeki bütün darbeler bilâ istisna NATO darbesidir. 15 Temmuz eşkıyalarının da patronu, hiç şüpheniz olmasın NATO karargâhındadır. 15 Temmuz ihanetinde baş rol oynayan üslerden birisi de İncirlik Üssüdür. Bütün NATO darbeleri, işin doğasına uygun olarak Türkiye’nin raydan çıkması ve bağımsız politika gütme eğilimi göstermesi sonucunda yapılmıştır. 15 Temmuz ihanetini sadece FETÖ işi diyerek, bir meczup mürtede bende olan mülhitlere savaş açmak yetmez. Onların en sert şekilde cezalandırılması zorunludur, (kaldı ki burada da hükümet Sayın Cumhurbaşkanı’nın gösterdiği hedefe ağır aksak gitmektedir) ama yeterli değildir. Bu casus-eşkıyaların ağa babası ile de ilişkilerin gözden geçirilmesi gerekir. Bu işin başlangıcı da İncirlik Üssü olmalıdır. Çocuklarımızın geleceği, tarihimiz ve kurucu liderimiz Atatürk’ün gösterdiği tam bağımsızlık yolunda “yabancılardan emir ve görüş alan askerle” bir mesafe alınmaz. Bu işlerin ha deyince olmayacağını da biliyoruz çok şükür, lâkin, en azından Türkiye’nin dış politikasında ulaştırma ve enerji politikasını tamamlayacak bir değişimin sinyallerini görmek istemek de hakkımız. Unutmayalım, bu adamlar 15 Temmuz şehitlerinin kanını ellerinde taşıyanlardır.