"VİCDAN" OLMADAN "MEVCÛD" OLMAZ
Siyâsî târihimizin en önemli virajlarından birini dönmek için sandık başına gittiğimiz bu günde, gündemden uzak, referandum sonrası ihtiyaç duyacağımız akl-ı selime karınca karârınca katkı yapacak bir konuyu kaleme almak uygun olur diye düşündüm.
Hem kadîm hem de çağdaş bilgelerin hemfikir olduğu konuların başında dilin sosyo-psikolojik önemi gelir. Bir dildeki kelime yapısı ve kelime türetme becerisi o dilin ontolojik gücünü ortaya koyar. Bir kelimenin hangi kökten geldiği, hangi anlam örgüsü içinde kullanıldığı, o kelimenin sözlükte bir madde olmanın ötesinde bir anlam taşır. Aynı kökten türemiş olan kelimelerden bir tânesinin bile yok olması ya da yanlış kullanılması, o dilin konuşulduğu sosyal yapıda bir direğin yıkılmasıdır. Dili ayakta tutan kelimelerin kavramsal gücü de ilgili kavramlarla olan bağlantısından gelir.
Türkçeye Arapçadan geçen, ancak Türkçemize hâkim olan ontolojide daha zengin bir gelişme imkânı bulan bir özellikten yola çıkarak bir örnek vereyim. “V.C.D.” sessiz harflerinden oluşan bir formül düşünelim. Bu sessiz harflerin kullanıldığı kelimeler ise, meVCûD, VeCD, ViCDan ve VüCûD’tur. Bu dört kelimenin sözlük anlamı Kubbealtı Sözlüğü’nden şöyle veriliyor:
Mevcûd: Var olan
Vecd: Kendinden geçme
Vicdan: Âdil yargıya iten duygu
Vücûd: Beden, gövde
Bu kelimelere sözlükteki tanımlar seviyesinden bakarsak birbirleri arasındaki ilgiyi ve bu ilgi ile kurulan ontolojik örgüyü görmek mümkün değildir. Biraz daha üst seviyeden ama ayrıntıya inerek baktığımızda, vicdan sâhibi olmadan gerçek anlamda vücûd sâhibi olmanın ve gerçek anlamda mevcûd olmanın mümkün olmadığını telkin eden bir dil antropolojisini görürüz. Yâni insan adâlet üzerine kurulan ve âdil olmayı mümkün kılan vicdandan yoksun ise, sâhip olduğu beden, onu insan yapan vücûd seviyesine çıkamamaktadır. İnsan da herhangi bir canlı seviyesinde kalmaktadır. İnsanı diğer canlılardan ayıran ruh, bedende değil vücûdda işlev görebildiği için, vicdan sâhibi olmayan bir insanın rûhu da, içinde hapsedildiği bedende huzursuz olmaktadır.
Peki bedenin vücûd seviyesine yükselmesine ve insanın gerçek anlamda var olmasına imkân tanıyan vicdan, nasıl oluşmaktadır? Bunun şifresi “yükselmek”tir. Yanlış bir anlamda kendinden geçme, kendini kaybetme ve âmiyân tâbirle “uçma” (ekstasi) olarak tanımlanan vecd hâli, aslında bedenin vücûd seviyesine yükselmesidir. Bu bağlamda insan aslında gerçek varlığını, vecd hâlinde bulmaktadır. Bu vecd hâli, kendinden geçme, ne yaptığını bilmeme, oradan oraya savrulma değil; tam aksine, bilinçli ve aklı başında davranma hâlidir.
Pozitivist ontolojinin vücûdu beden seviyesinde kalmaya zorlayan dünya görüşü, güçlü ama vicdansız olduğu için âdil olmayan; bedensel olarak her hangi bir canlı gibi var olup insânî olarak mevcud olmayan bir insan tipi ortaya koymaktadır.
Ama âdemoğlunun insan seviyesindeki hâli olan vücûd, vicdan ile onu yalnız egzistansiyalist bir birey değil, bir iklimin içinde yaşayan sosyal bir varlık hâline getirir. Mûsıkîmizin zirve isimlerinden Hacı Ârif Bey’in nihâvend makamındaki “Vücûd ikliminin sultânı sensin” adlı şarkısı, bu anlayışla bestelenmiş bir şâheserdir. Beden bireye âittir, ama vücûd, insanı vecd hâline ulaştıran bir varlık düşüncesinin somutlaşmış şeklidir.
Vicdânın evi olan ruh ile ulaşılan vecd hâli, bedenin birey seviyesini aşıp bir yaşam şekli ve hayat anlayışı olan iklime ulaşma hâlidir. Konfiçyüs’ün “bir toplumu düzeltecek olsaydım işe dildeki sorunlardan başlardım”, derken vurgulamak istediği, dilin bu ontolojik yapısıdır.