UCUZ TEHDİTLER, BÜYÜK OYUNLAR
Genç bir uluslararası ilişkiler öğrencisiyken okuduğum Kenneth Waltz”ın : “İnsan, Devlet ve Savaş” adlı kitabında savaşların üç nedenle ortaya çıktığını öngörüyordu. Waltz’a göre savaşların nedeninin ilk basamağını insanın ilk çağlardan beri içinde taşıdığı yırtıcı, av peşinde koşan doğası oluşturuyordu. İkinci düzeyde ise devlet halkının ulusal çıkar olarak adlandırılan gereksinmelerini karşılamak ve bu gereksinmelere cevap vermek için savaşıyordu. Nihayet, üçüncü düzeyde uluslararası sistemin anarşik yapısı nedeniyle tehlikelerin nereden geleceği bilinmediği için ani patlayan tehditler karşısında devletler önceden savaş hazırlığı yapıp ilk yakın tehlike karşısında savaşa giriyordu.
Ortadoğu’daki çatışmalara yukarda belirttiğimiz teorik açıdan baktığımızda, örneğin 1950’lerde Batı’nın çıkarları açısından Ortadoğu’daki ülkelere el attığını görüyoruz. Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesini önlemek ve petrole sahip olmak için önce NATO’ya üye yaptığı Türkiye’nin, seküler yapısını Araplarla ittifak için hafifleterek, Bağdat Paktı’nın başına gelmesini teşvik etmesini örnek gösterebiliriz. Türkiye,1946’da İsrail devletini tanıyan ilk ülkelerden.1956 Arap-İsrail çatışması sırasında Mısır ve Suriye’yi karşısına alıp Ruslarla, II. Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’da ilk çatışmasını yaşayan ülke oldu.1960’lardan sonra Türkiye’nin Ortadoğu’da temkinli bir politika izlediği görülüyor. Daha çok Kıbrıs’la meşguldü. Batı içinde Yunanistan’a karşı denge oluşturuyordu.1991’de Sovyetler Birliği çökünceye kadar Ortadoğu’dan bazı tehditler geldi. Bazı sol eylemlerden sonra özellikle 1970-1984 yılları arası Türkiye Ermeni terörü ile uğraştı. Bu tehditler Türkiye’yi çok rahatsız edecek düzeyde değildi.
Ancak, 1985’de uluslararası alanda propaganda safhasını tamamlayan Ermeni terörü biterken, etnik terörün tırmanışa geçmesi yani PKK hareketi ve 1993’de Amerikan’ın kurduğu koalisyonunun Irak’taki faaliyetleri Türkiye’yi derinden rahatsız etmiştir. PKK eylemleri Kuzey Irak’ta yuvalanarak genişleme istidadı göstermiştir.. 1994’de Ortadoğu’da barış umudu ve görüşmeler var. Ancak 1995’de barış görüşmeleri İsrail Başbakan İtzak Robin aşırı sağcı bir Musevi tarafından öldürülmesiyle sarsıldı. Yapılan bütün görüşmeler neticesiz kaldı. George Bush’un başkanlığıyla iktidara gelen Yeni Muhafazakarlar lobileriyle birlikte 2003’te Irak’a müdahale edip Saddam’ı devirince Arap ülkelerinin İsrail konusunda sessiz kalacağını zannettiler. Sünni bölgelerde terör ve ayaklanmalar başladı. 2008 yılında Irak’tan Afganistan’a kadar Büyük Ortadoğu’da savaşan Amerikan maliyesi askeri masraflara dayanamadı ve Amerikan halkı Wall Street denen büyük mali şirketlerin bulunduğu alanı işgal etti. Amerika, Irak’ı Şii yönetimine devredip, Arap baharından sonra Suriye’ye yönelince çatışmalar büyüdü. İşin içine Batılı koalisyonlar, Rusya, İran, Hizbullah girdi. 1914’te DAİŞ hilafeti ilan etti. Irak ve Suriye’de önemli toprak sahibi oldu. Terör ve göç hareketleri bu tarihten sonra yoğun bir biçimde Batılı devletlere yöneldi. Batılı kaolisyon DAİŞ’i bitirme kararı aldı.. Altmış beş devleti kapsayan koalisyon nedense bir türlü DAİŞ’e galebe çalamadı.
2015’te Rusya bütün gücünü Esad’ın arkasına yığınca DAİŞ konusunda dengeler değişmeye başladı. Amerikalı siyaset bilimcisi P.Chamberlain’e göre, Amerika’nın zayıf ülkelerde yürüttüğü savaş, basında çıkan gürültünün aksine çok zorlu bir eylem değil. Yazar, Ortadoğu ve diğer Müslüman ülkelerde yapılan teröristlerle ilgili savaşları “ucuz tehditler” olarak niteliyor. Bunun nedeni, bu savaşların Amerika’ya siyasal açıdan, askeri kayıplar açısından ve materyal açısından çok büyük yükler getirmemesi. Askeri açıdan, Amerika koalisyon güçlerini ve YPG’li Kürtleri sahaya sürüyor. Yüksek teknoloji kullanmak yeterli. Karşıdaki düşmanın roketleri, uçakları, deniz gücü yok. Özel kuvvetler, insansız uçaklar, havadan bombalama yeterli oluyor. Yazara göre, çabuk kazanılmayan savaşlarda Amerika’nın yüksek maliyeti göze alamadığı algısı doğuyor. Ortadoğu’daki çatışmaları diğer yönden yorumlayanlar ise Amerikan askeri-endüstriyel üretim yapısının karşısında Rusya ve Çin gibi düşmanlar istediğini belirtiyorlar Böylece F-35’ler, nükleer denizaltılar ve diğer pahalı, ileri teknoloji gerektiren silahların eş değer düşman karşısında üretilebileceğini, karlılık oranının böyle sağlanacağını belirtiyorlar. Ortadoğu’da Rus-Amerikan anlaşmazlığının arkasında, Başkan Obama’nın uzlaşmacı yaklaşımına karşı çıkan, Pentagon lobisinin bulunduğunu düşünüyorlar. Nihayet çok yönlü düşünen bir başka araştırmacı grubu ise, DAİŞ’in çözülüp, Ortadoğu’da barış olması durumunda Amerika’nın bölgeyi terk edeceğini ve bu gelişme karşısında İsrail’in çözemeyeceği sorunlarla Filistinlilerin karşısında yalnız kalmak istemeyeceğini savunuyorlar.
Rusya ile anlaştıktan sonra Cerablus operasyonlarını gerçekleştiren Türkiye’nin şöyle ilginç bir durumu var. YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde birleşik bir güç oluşturmasını önleyen Türkiye Irak’ta Musul üzerine yapılacak operasyonlarda Irak hükümetinin ve Amerika’nın muhalefetiyle karşılaşıyor. Suriye’de yapılacak El Bab ve Rakka operasyonları ile ilgili olarak YPG tarafında Amerika var. Rakka’dan Halep’e yapılacak bir operasyonda ise karşımızda Suriye, Rusya ve İran’ın desteklediği Hizbullah var. Öte yandan, Amerika, Rusya ve Türkiye arasında ılımlı muhalefetin kimlerden oluştuğu konusunda tam bir uzlaşma yok.
Bu karmaşık durum, Amerika’nın Libya’yı bombalamasında olduğu gibi, Suriye’yi bombalaması ve Rusya’nın “yanlışlıkla” cevap vermesi gibi bir sonuca varabilir. Türkiye’nin yapması gereken büyük güçler arasında dengeyi ve itidali sağlayan bir güç algısı yaratması olacaktır. Aman karmaşanın içine çekilmeyelim.