İSLAM DÜNYASINDA İKİ FARKLI BAKIŞ
Uzun zaman önce zihni çözümlemelerine değer verdiğim bir arkadaşıma Rene Guenon’un “Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri” kitabını bayağı bir emekle göndermiştim. Bana göre, eski bir rahip, mason üstadı, agnostik ve sonunda Şazeli Şeyhi olan Guenon çağımızın Gazali’siydi. 20. Yüzyılın başında yazdığı kitabı adeta bugünlere işaret ediyor; yıkıcı küreselleşme, dinin içinin boşaltılması, moda ve mimari ile değişimin nasıl örgütlendiğini, tersine maneviyat gibi hususlardan bahsediyordu. 30 yıldır tanıdığım arkadaşım gençken siyasal İslam ile tasavvuf arasında gidip gelmiş, sonra tasavvufun şeriata muhalif olmadığına ikna olmuştu. Zihni iyi çalışan, ayrıca bir siyasallı olan arkadaşım kitap eline geçtiğinde beni aradı ve şöyle dedi: “Ben bu kitabı inceledim, içinde İslam’a dair bir şeye rastlamadım, okumayı gereksiz görüyorum.”
Benzer şekilde, bugünlerde ancak kıymeti anlaşılabilen Ekopolitik çalışmalarımızı camiamızda sayılan, sevilen, değer verdiğim eski bir Milli Mücadeleci ağabeyime anlattığımda bana mahcup bir edayla söylediği şu sözleri nasıl unuturum: “Tarık güzel şeyler yapıyorsunuz ama, peki İslam bunun neresinde?” Suriye iç savaşından sonra Türkiye’ye yerleşen tanınmış bir Nakşibendi halifesini ziyaret etmiştim. Ortadoğu’nun önemli bir medrese alimiydi. Evinin duvarları baştan sona kitaplarıyla mücehhez idi. Kendisine elit seviyede bir ziyaretçi akını olan bu zata uzayda hayat konusu sorulunca, “benim eğitim gördüğüm kitaplarda böyle bir şey yazmıyor, o zaman yoktur” demişti.
Kuran’ın nüzulünden yaklaşık 100 yıl sonra Müslüman Araplar Roma ve İran’ı yenmişler, Ortadoğu ve İspanya’ya yerleşmişlerdi. İlk yaptıkları önemli işlerden birisi eski Yunan ve Mısır eserlerini tercüme edip şerhlerini yaptırmak oldu. Bunun günümüz Batı uygarlığına XII. Yüzyıldan sonra etkileri yanında daha önemlisi, gerek Bağdat ve gerekse Endülüs’ün; kritik düşüncenin, toleransın, kadim bilgeliğin ve estetiğin merkezleri yapmasına neden olmasıydı. Cengiz orduları Bağdat’ı yıkmışlar ama Cengiz’in torunları Müslüman olmuş, yıktıklarını tekrar yapmaya çalışmışlardı. Benzer süreçler içinde tasavvufla ilgili de aynı akıl yürütme yapılabilir. Bu olgunun yaşantıda olmasa bile kurumsal olarak İslam’da sonradan yer bulduğu açıktır. Özellikle; adete bağlı, sesli veya sessiz zikirler, toplu ibadet ritüelleri, vücudun içinde tanımları yapılan letaif noktaları, rabıta ve nefes tutularak yapılan virtler buna örnek verilebilir. Bunlarda, Orta Asya Şamanizm’inin (Paganizm) ve Hint Mistizmi’nin büyük etkileri olduğu ifade edilebilir.
Bugün IŞİD ve El Kaide’nin fikir temellerinin alındığı Selefi düşünce ve İbni Teymiye gibi zamanın bazı din bilginleri, bu tarihi gelişmeleri farklı okudular ve bugünlere yansıttılar. Onlara göre Hristiyan fundamentalistleri gibi Kuran’ın yüzünde yazılanlar esastı. Mesela “Allah’ın eli” ayetinin tefsire ihtiyacı yoktu. Olduğu gibi tasdik edilmeliydi. Öyle ki din adeta sadece çöl bedevilerine hitap edebilecek koşullarda anlaşılmalıydı. Müslümanlığın başlangıcı sadece Kuran’ın nüzulüydü.
Aynı şekilde onlara göre Abbasiler ve Emeviler’in bir kısmı Yunan eserlerini şerh ederek veya tarikat pirleri tasavvuf metodunu getirerek dinden çıkmışlardı. Bu yaklaşımla, sonradan Müslüman olan Moğol hakanları da dinde değillerdi. Tarikatların kendi içinde de benzer tartışmalar yaşandı ve halen yaşanmaya devam ediyor. Mevlana Halid Bağdadi’nin Hindistan’da Şeyh Abdullah Dehlevi ile görüştükten sonra Rabıta’yı Nakşibendilikte metot olarak koyması, aynı zamanda benim de anne tarafımdan dedem olan Şeyh Maruf Berzenci tarafından Hint Mistizmi’nin (Yoga) bir parçası olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Tabii ki yukarıda verilen örnekler ve tartışmalar kendi içlerinde çok su götürecek tartışmalardır ve bu satırlara da sığmaz. Ancak şu iki temel bakış açısı iki farklı algılama biçimi olarak net gözükmektedir: Birincisi, insanlık Allah tarafından yaratıldığından bu yana ortak bir tarih ve kültür deneyimine sahiptir. 124.000 Peygamber ve Nebi aynı prensipleri, farklı kültürlerde ifade etmişlerdir. Elçilerden çoğunun izleri silinmiş, vahiyler ve metotları mutasyona uğratılmış karşımıza başka adlar, amaçlar ve şekillerle çıkmaktadırlar. Son elçi bunları tek mutlak iradeye kulluk koşuluyla tasdik edicidir ve prensiplerini uygulamada belirtmiştir. Tüm güzel şeyler insanlığın ortak malıdır. Hikmet müminin yitik malıdır her yerde ona talip olmalıdır. Tüm evren Kitap’ta ifade edilmiştir (Kitab’ı Mübin).
Bir diğer bakış açısı da; İslam’dan anlamamız gerekenler Kuran ve hadislerde mevcuttur. Bunları da bizim kabul ettiğimiz içtihat yapmış alimler belirtmiştir. Çağımızda da yorumlama kapısı kapalıdır. Felsefe ve Batı’dan gelen yeni kavramlar imanımızı zedeler, kafalarımızı karıştırmasın onlarla da oyalanmayalım. Bu iki farklı bakış tarzını Selefilik ve Batınilik ekseninde değerlendirmek de yanlış olacaktır. Sorun hangi İslam bakışının İslam dünyasına ve insanlığa ne vereceği ile ilgilidir. İslam dünyasının son 200 yılda çektiği acı tecrübeler bize bugün değil, ama dün Endülüs ve Bağdat’ta birinci bakış açısıyla bugün için güzel misaller verildiğini gösteriyor.