Millicilik mi, küreselcilik mi? -II
YENİ YIL VE KANDİL TEBRİĞİ
Öncelikle bütün okuyucularımın Yeni Yılını kutlarım. Yine 2025’in ikinci günü, yani Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece Üç Ayların başlangıcını müjdeleyen Regaib Kandiliydi. Bu vesileyle bütün okuyucularımın Regaib Kandilini tebrik ederim. Mübarek Üç Aylarda Allah hepimizin dualarını kabul etsin.
KÜRESELLEŞMEYLE BERABER DEĞİŞMEYE BAŞLAYAN SİYASİ YELPAZE
Bundan daha önce yazdığım yazılarda söz verdiğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bir konuya bugün değineceğim. Küreselleşme sürecinde değişen iktisadi altyapı, değişen üretim ilişkileri ve dönüşen tüketim kalıplarının doğal sonucu olarak siyasi yelpazenin de değişmesi gerekiyordu. Siyasi yelpazeyle kastettiğim siyasi partilerin ideolojik duruş, strateji ve amaçlarındaki değişimdir. Bu değişim o kadar kafa karıştırıcı ki, örneğin bugün Türkiye’de en sağcı parti Eşkıyabaşı Apo’nun ev hapsine çıkmasını savunurken, kendini solcu olarak tanımlayan birçok aydın da bu sürece karşı çıkmakta. Çok değil bundan on sene önce bu siyasi taraflar tam tersi yerde duruyorlardı. Acaba neden böyle oldu? Bugün anlatmak istediğim konunun özü tam da bu değişimin sebebine yönelik olacaktır: Acaba bu siyasi parti ve liderlerin birden çakrası açılmış da neredeyse 40 senedir savundukları cephenin yanlış olduğuna karar vererek mi karşı tarafa geçmişlerdir, yoksa bizim sağ ve sol tanımlamalarımız artık değişen toplumsal ve siyasi yapıyı açıklamamakta mıdır? Elbette birinci şıkkın geçerli olduğunu söyleyemeyiz, çünkü 75’ini geçmiş bir insan, önüne dünyaları serseniz, artık görüşlerini terk etmez. O zaman durum ikinci şık ile açıklanabilir. Burada da ben onu yapmaya çalışacağım.
KÜRESELLEŞME NASIL ÜRETİM VE TÜKETİMİ DEĞİŞTİRDİ?
İsterseniz YeniBirlik’te bu konuya dair ilk yazımdan bir alıntıyla başlayalım: “Küreselleşme süreci devletlerin tercihleri ve konsensüsü dışında teknolojik değişim ve teknik ilerlemenin sonucu olarak kendiliğinden doğmuş bir süreçtir. Bu süreçte her türlü sermayenin ülkeler arasında hareketi neredeyse sınırsız hale gelirken sermaye yoğun ve yüksek teknolojili mallar ile hizmetlerde serbest ticaret de neredeyse sınırsızlaşmıştır. Buna karşın, emek yoğun mallar ve tarım mamullerinde ticaret hala daha engellenmekte ve emeğin ülkeler arası hareketi de sıkı kontrol altında tutulmakta idi. Bu yüzden küreselleşmenin sağladığı serbest ticaret ve uluslararası sermaye hareketlerinin avantajlarından yararlanan, kapalı ekonomi şartlarına göre daha yüksek yaşam standardına kavuşan gelişmekte olan ülkeler ve gelişmiş ülkelerdi. Ancak az gelişmiş ülkelerin bu oyunda yeri yoktu, oyun dışı kalmışlardı. Azgelişmiş ülkelerin ayırıcı vasıfları alt yapı sermayesinin eksik ve yetersiz olması, beşeri sermaye birikiminin zayıf olması ve yüksek nüfus ile niteliksiz işgücü yığınlarına sahip olmalarıydı. Bu ortamda Afrika ülkeleri, İslâm ülkelerinin çoğu, bazı Güney Doğu Asya ülkeleri fakirlik kısır döngüsünden çıkamıyordu. Bunu Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla ortaya çıkan Küresel Dengesizlik sonucunda gelişen siyasi ve jeo-politik istikrarsızlık takip etti. Sonuç az gelişmiş ülkelerdeki insan yığınlarının fakirlik, açlık, terör ve savaşlardan kaçarak zengin ülkelere kaçak yollardan göç etmesi oldu. Bugün dünya siyasetinde bir numaralı sorun, bu kaçak göçmenlerdir.” (Millicilik mi, Küreselcilik mi? – I: Küreselleşme ve Kalkınma İlişkisi). İlgilenenler için aşağıda linki de
paylaştım: (https://www.gazetebirlik.com/millicilik-mi-kureselcilik-mi-i-kuresellesme-ve-kalkinma-iliskisi)
Yukarıdaki alıntıdan çıkaracağımız temel sonuçlar şöyledir:
i) Küreselleşme Süreci en çok üretimin küreselleşmesi şeklinde açıklanabilir. Özellikle gelişmiş ülkelerde yüksek işgücü maliyetleri ve kârlılığın düşmesi nedeniyle birçok sanayi kollarında üretimin milli ekonomiden çıkıp gelişmekte olan ekonomilere yayılması zorunlu hale gelmişti. Örneğin bir Japon otomobili Türkiye, Çin, Polonya gibi gelişmekte olan ülkelerde üretilirken, bunun teknolojisi ve tasarımı Japonya’da yapılmaktadır. Bunu gerçekleştirebilmek için merkezi Japonya’da olan bir “çok uluslu şirkete” ihtiyaç vardır. Bu çok uluslu şirket doğrudan dış yatırım kanalıyla üretim merkezlerini dünyanın çeşitli gelişmekte olan ülkelerine dağıtır.
ii) Sermaye hareketi deyince sadece doğrudan dış yatırımı anlamayalım. Özellikle mali sermayenin küreselleşmesi yani döviz ve para piyasalarının küreselleşmesi, mevcut teknolojik imkânlarla çok hızlı bir şekilde tamamlanmıştır. Artık bütün dünyanın borsaları ve para piyasaları birbirine entegredir. Dış kredi imkânları çok artmıştır. Dünyada da çok yüksek hacimli bir likidite vardır. Bu likidite ki, basında buna “sıcak para” adı verilir, girdiği ülkeyi abat ederken çıktığı ülkeyi de berbat etmektedir.
iii) Küreselleşmenin bir başka yüzü de tüketimin küreselleşmesidir. Burada hem elektronik ödeme sistemlerinin sağladığı kolaylık, hem tüketicinin dünyanın herhangi bir tarafındaki mal ve hizmetlere çok kolay erişim sağlayabilmesini hem de firmaların dünyanın her tarafındaki müşteriye ulaşabilmesini sağlayan iletişim imkânlarının payı vardır. Örneğin, eğer parası varsa, Avustralya’dan bir şişe şarabı veya Türkiye’den bir kutu baklavayı Şilili bir tüketici internetten sipariş vererek birkaç günde elde edebilmektedir. Bu imkânlar dünyadaki tüketim kültürünün ve yaşam tarzının birbirine benzemesine, hatta kültürler arasında milli farkların kaybolmaya başlamasına yol açmaktadır.
iv) Küreselleşmenin herkes tarafından alamet-i farikası olarak tanımlanan iletişim imkânlarının artması yukarı saydığım diğer etkileri de büyüten ama hepsinden öte dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan farklı bireylerin kimlik farklarını, beğeni ve düşünce farklarını ortadan kaldıran bir süreci tetiklemiştir. Bu bireylerin milli kimliklerinin zayıflaması, doğdukları ülkelerdeki milli ve dini değerlere (kendileri farkında olmasa bile) yabancılaşması, yani milletleri bir araya getiren değerlerin çatlamaya başlamasına yol açtı. Küreselleşmenin çok uluslu şirketler merkezli versiyonu ilk başta, özellikle bu şirketlerinin çoğunun merkezinin bulunduğu, ABD gibi emperyalist ülkelerin çıkarına işlemiştir. Ama yukarıda saydığım etkiler nedeniyle milli devletler kendi ekonomilerine etki eden para, mal ve enformasyon akışlarını kontrol edemezken vatandaşları da o devlete bağlılığını sağlayan milli değerlerden uzaklaşmaya başladı. Süreç öyle bir hale geldi ki, artık ABD’de bile müesses nizam, sanayiciler ve geniş halk yığınları küreselleşmeye karşı tepki göstermektedirler.
KÜRESELCİLER VE MİLLİCİLER
Sosyal Bilimlerde küreselleşmenin firma merkezli versiyonuna taraftar olanlar “küreselci” olarak tanımlanırken, küreselleşmeye şüpheyle yaklaşanlara “şüpheci / septik” denmektedir. Septiklerin en önemli özelliği bir vakıa olarak küreselleşmeyi kabul etmekle birlikte, sürecin arttırdığı eşitsizlikleri vurgulamaları, bunu emperyalizmle bağdaştırmaları ve küreselleşmenin insanlık adına daha selametli bir yola girmesi için ana oyuncunun çok uluslu şirketler yerine milli devletler olması gerektiğini söylerler. İşte bugün dünyada siyasetin ayırıcı noktası küresel ekonomide ana oyuncunun şirketler mi, devletler mi olacağıdır. Eskiden solcu olanlar bugün millici, eskiden muhafazakâr sağcı dediğimiz siyasetçiler de küreselci olabilirler. Örneğin gelişmekte olan ülkelerden birinde kendinin milliyetçi olduğunu söyleyen bir iktidar eğer ülkeye her türlü mültecinin gelmesini destekliyorsa, ülkenin fabrikalarını, madenlerini ve tarım arazilerini yabancı şirketlerin kullanımına açıyorsa, teorik olarak millici değil küreselcidir. Öte yandan gelişmekte olan ülkelerden birinde kendinin solcu ve enternasyonalist olduğunu söyleyen bir iktidar eğer yabancı sermayeye ülkenin kaynaklarını vermeye karşı durup, tarım ve sanayiye destek veriyorsa, mülteci girişini engelliyorsa, o takdirde, bu iktidar millicidir. Bugün Türkiye’de siyaseti yorumlayabilmek için kriterimiz 70’li yılların sınıflandırması değil, siyasetçilerin küreselleşmeye ve emperyalizme olan tavırları olmalıdır. Pekiyi bu siyasetin dayanağı kitleler nasıl ayrılır? Kim millicilere, kim küreselcilere destek verir? Bu da Pazartesi’ye kalsın…