İz’an meselesi
İz’an; basiret, feraset, anlayış, kavrayış, itaat etme, söz dinleme, teslim olma, boyun eğme, edep ve terbiye anlamlarına gelir. Aklın kalp ve gönülle birleşmesi, ruhun tedavisine kapı açar ve bu, insana iki dünya sevinci sağlar. Anlaşılan odur ki, akıl ve iz’an birbirinin içine girmiş ve aynı anlamlarda kullanılmaktadır. “Hiç aklın yok mu senin?” ya da “Hiç iz’an etmedin mi?” gibi ifadelerle karşılaşıldığı bilinir. Bir şey yaparken “İnsanlar sana ne der?” diye düşünmek, biraz tefekkür ve iz’an gerektirir. İnsan bir şey yaparken düşünmeli, iz’an etmeli ve adımlarını ona göre atmalıdır.
Ziya Paşa bir beytinde şöyle söylüyor: "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez". Paşa şunu ifade etmek istemiştir: “Yüksek ve derin anlamları küçük akıllar anlayamaz; çünkü bu terazi o kadar ağırlığı kaldıramaz.” Burada Ziya Paşa, bazı insanların yüksek idealleri ve büyük düşünceleri anlamakta zorlanabileceğini, dolayısıyla tefekkür sahibi olmayan küçük akıllıların, büyük düşünce ve ideallerin kaygı ve gayretlerinin ağırlığını taşıyamayacağını vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu tür yüksek kavramları anlamak ve taşımak için daha geniş bir düşünce yapısına ve güçlü bir zihne ihtiyaç vardır. Paşa, büyük fikirleri, derin anlamları ve yüksek idealleri algılayabilmek için sadece bilgi değil, aynı zamanda bu bilgiyi taşımaya uygun bir zihinsel kapasite ve irfanın gerektiğine işaret etmektedir.
Abdulhakim Arvasi Hazretleri İz’an konusunu şöyle özetliyor: Aklımız ve iz'anımız, ahiret hayatının, dünya hayatı ile mukayese edilemeyecek kadar önemli olduğunu bize göstermektedir. Mutluluk iki türlüdür: ilki ahiret mutluluğu, ikincisi dünya huzurudur. Bu iki mutluluktan hangisi daha önemlidir? Ahiret huzurunun çok önemli olduğunu akıl ve iz’an sahibi insanlar kolaylıkla idrak edip anlayabilir. Kalbin tam bir teslimiyet içinde itaat etmesi, kişinin idrakini ve basiretini açar. Bediüzzaman, Mektubat’ında şu önemli noktaları vurgulamaktadır: “İlimde iz’an-ı kalp olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikat başkadır.” Yani, akıl sadece yüzeysel bilgi ve genel kültür seviyesinde kalır, bu bilgi irfana (derin anlayışa) dönüşmez ve kalbin teslimiyeti gerçekleşmezse, o bilgi aslında bilgisizlik (cehalet) haline gelir. Bu tür yüzeysel bilgi, yalnızca bilgi yükü taşımaktan öteye gitmez. Önemli olan çok şey bilmek değil, bildiklerinle amel etmektir. Teypler, kayıt cihazları, telefonlar ve bilgisayarlar asla cennete gitmeyecek; ancak ilim kalp ve ruhla bütünleşirse, zahirden (yüzeyden) kurtulur ve gerçek ilmin, yani irfanın (hikmetin) sözcüsü olur. Hakiki ilim marifettir ve hakiki müridin (talebenin) gerçek ilme kavuşması teslimiyetle mümkündür. Cehaletten kurtuluşun yolu, teslimiyet içinde gayretle ve bildiklerinle, öğrendiklerinle amel etmektir. Akıl, bazen bir şeyi çözemez; ancak kalp ve ruh, hakiki imanın lezzetiyle, çözülmez zannedilen şeyin ilham yoluyla çözüldüğünü görür. Bu, samimiyet ve teslimiyetin sonucudur. Ruh ile kalbin birleşmesi, vicdanı harekete geçirir ve aklı olgunlaştırır.
Bu şekilde Bediüzzaman, bilginin kalp ve ruhla bütünleşmesi gerektiğini, yüzeysel bilginin ise gerçek anlama ulaşamadığını anlatmaktadır. Bilgiyle amel etmek, gerçek manada bir teslimiyet ve samimiyetle mümkündür. Diyelim ki yeni bir elbise satın aldınız ve Cuma günü giydiniz. Tertemiz ve şık olduğunda kuşkumuz yoktur. Birisi size "Çok güzel yakıştı, maşallah" dediğinde, "Teşekkür ederim, Allah razı olsun" demeniz icap eder. Takım elbise ve ayakkabı gıcır gıcır iken yürüyüşünüze dikkat etmelisiniz; gurur ve kibir zerresi dahi üzerinizde gözükmemelidir. Tevazu sahibi olmalı ve Rabbimizin verdiği bu ikramlardan dolayı şükretmelisiniz.
Yine denilse ki; alçak gönüllü olmak mı iyidir, kibirli (kendini beğenmiş, gurur abidesi bir halin yansıdığı bir yürüyüşle durup baksa) olmak mı? Hemen herkes elbette alçak gönüllü olmak iyidir diyecektir. Doğrusu da budur. Şimdi düşünmek gerekiyor; böylesi haller başımıza geldiğinde, iz’anımız, idrakimiz, tefekkürümüz, hal ve ahvalimiz ne durumdadır? Herkes bilir bilmesine de tevazuun güzel olduğunu, kibrin çok kötü bir haslet-hastalık olduğunu. Bindiğimiz arabadan, giydiğimiz elbiseye, saç ve sakalımızın yakışıklılığından, oturduğumuz evlere, konaklara, çoluk ve çocuklarımızın hallerine varıncaya kadar, bu haller insan evladını büyütmek yerine küçültür, yapıp ettiğimiz amellerimizi siler süpürür yok eder de haberimiz olmaz. Bu nedenle tevazu içinde bir ömür sürmek müminlerin vasıflarındandır. Her şeye bir ölçü getirilmiştir. Her şeyin aşırılığı her iki tarafta da yanlış olur. Orta yolun insanı olmak müminlerin asaletidir. Müslümanların kendi aralarında tevazu sahibi olmaları ahlaklarının ve edeplerinin güzelliğindendir. Kâfirlerin, gayri Müslümlerin yanında ise Müslüman şahsiyetini, zarafetini, asaletini, kuvvetini göstermesi; onun davranışlarına karşı aynı duruşlarla, tavırlarla karşılıkta bulunması, cevaplar vermesi, hakkı üstün tutması elzemdir, gereklidir. İdrak budur, iz’an budur, basiret budur. Şair Mehmet Çelebi bir dörtlüğünde şöyle söyler:
“Ey dil bu yeter iki cihanda sana iz’an
Birdirbir iki olmaya yok bilmiş ol imkân
Hak söyleyecek sende seni ortada nen var?
Âlemde heman ben dediğindir sana noksan”
“Ey dil bu yeter iki cihanda sana iz’an”; Şair şöyle ifade etmek istiyor; kalbe (dile) hitap ederek, iki dünya (bu dünya ve ahiret) anlayışının (izanının) yeterli olduğunu ifade ediyor. İman sahiplerinin doğru anlayış ve kavrayışa sahip olmaları, hem bu dünya hem de ahiret için olmalıdır. Asıl olanın bu dünya değil, ebedi olanın bu dünyada yaptıklarımızla kazanılmasının gerekliliğine işaret ediyor. “Birdirbir iki olmaya yok bilmiş ol imkân”: Burada, birliğin (vahdetin) ve tekliğin önemine vurgu yapılıyor. "Bir", yani tek olan Allah (cc), hiçbir zaman iki olmaz. Gizli ve açık şirkten kaçınılması gerektiği ifade ediliyor ve vahdetin, vahdaniyetin önemi kavratılmak isteniyor. “Hak söyleyecek sende seni ortada nen var?”: Allah, insanın içinde konuşacaksa, kişinin kendisinden geriye ne kalır? Hiçbir şey kalmaz. Bakan göz, duyan kulak, tutan el, yürüyen ayak olunması dikkatimize arz ediliyor. Hakikatin tecelli ettiği yerde Allah (cc) vardır ve bireyin kendi benliği ortadan kalkar, yok olur. “Âlemde heman ben dediğindir sana noksan”: Dünya hayatının her yerinde "ben" demek, benlik iddiası içinde olmak insan için büyük eksiklik, büyük gaflettir. Benlik duygusu (ego), insanın olgunlaşmasında büyük noksanlıkların oluşmasına neden olur. Ruhun olgunlaşmasına engel olur. Dünya hayatı fanidir ve akıl sahipleri fani olanla ilgilenmezler. Onların işi kalıcı olanla, ebedi olanla meşgul olmaktır. Yunus Emre Hazretleri ne güzel ifade etmişler:
“Bana (Beni) bende demen, ben de değilim
Bir ben vardır bende, benden içeru
Beni benden alana ermez elim
Kim kadem basa Sultandan içeru
Süleyman kuşdilin bilir dediler
Süleyman var, Süleyman'dan içeru”
İdrak ve izan sahipleri için Yunus Emre (Allah ondan razı olsun) bu durumu açıkça ifade ediyor. Benlik iddiasından vazgeç, çünkü seni senden daha iyi bilen, gören, duyan Allah vardır. Neye ihtiyacın olduğunu en iyi bilen O'dur. Süleyman (as) kuşlarla konuşuyordu. Allah (cc) ona türlü hikmetler vermişti, hayvanların dilini bilmekle kalmıyor, cinlerden ordulara da sahipti. Buna rağmen Yunus Emre şöyle ifade ediyor: “Süleyman kuşdili bilir dediler/Süleyman var, Süleyman’dan içeru”. Süleyman’ı Süleyman’dan daha iyi bilen Allah vardır. Unutma ki seni senden daha iyi bilen ve gören Allah vardır. İdrak ve izan sahibi olarak O'na teslim ol ve kurtul diyor. Vesselam