İSLAM DÜNYASI NEDEN GERİ KALDI? - IV: MİLLİ KİMLİK VE MİLLET OLUŞUMU
MİLLETİN TANIMI NEDİR?
Bazı yerlerde tanımlamak için ulus kavramı da
kullanılan ama benim tercih ettiğim tanımla millet, insan bireyleri arasında kolektif
bir kimliğin, dil, tarih, etnik köken, kültür, bölge veya toplum gibi belirli
bir nüfustaki ortak özelliklerin birleşiminden ortaya çıktığı geniş bir toplumsal
organizasyon türüdür. Bazı milletler etnisite / soy birliği etrafında inşa
edilirken, çoğunlukta olan diğerleri ise siyasi anayasalarla sınırları ve
içeriği belirlenen toplumsal organizasyonlardır.
Bir millet, genellikle, bir etnik gruptan daha açık
bir şekilde siyasi şuurla oluşur. İrlandalı siyaset bilimci Benedict Anderson, milleti
"hayali bir siyasi topluluk” olarak tanımlamış ve “en küçük ulusun üyelerinin
bile diğer üyelerin çoğunu asla tanımayacağı, onlarla tanışmayacağı ve hatta
onların isimlerini bile duymayacağı, yine de her birinin zihninde ortak
toplumsal değer ve normlara dayalı bir topluluğa mensubiyet duygusunun hâkim
olduğu” bir topluluk olarak açıklamıştır. Anderson’ı destekleyen şekilde
İngiliz sosyolog Anthony Smith de milletleri özerkliklerinin, birliklerinin ve
özel çıkarlarının bilincine varan kültürel-politik topluluklar olarak tanımlamıştır.
Son dönem akademisyenler arasındaki fikir birliği, milletlerin
sosyal olarak inşa edilmiş, tarihsel olarak tesadüfi ve örgütsel olarak esnek
olduğu yönündedir. Tarih boyunca insanların akraba gruplarına ve geleneklerine,
bölgesel otoritelere ve anavatanlarına bağlılıkları olmuştur, ancak
milliyetçilik (devlet ve milletin bir ulus devlet olarak aynı hizada olması
gerektiği inancı) 18. yüzyılın sonuna kadar öne çıkan bir ideoloji haline
gelmemiştir.
SOSYAL
BİLİMLERDE MİLLETİN FARKLI TANIMLARI
Milletlerin nasıl oluştuğu ve geliştiğine dair üç
dikkate değer bakış açısı vardır: Halk arasında popülist milliyetçilik
anlayışlarını yansıtan ancak günümüzde akademisyenler arasında büyük ölçüde
gözden düşen primordializm / ilkelcilik, her zaman milletlerin var olduğunu ve
milliyetçiliğin doğal bir olgu olduğunu öne sürer. Bu anlayışa göre millet soy
birliği etrafında şekillenir. Etnosembolizm milliyetçiliği dinamik, gelişen bir
olgu olarak açıklar, devamında milletlerin ve milliyetçiliğin gelişiminde
sembollerin, mitlerin ve geleneklerin önemini vurgular. Bu daha çok ortak
kültürel ve dini değerler etrafında milletin tanımlanmasına dayanan bir bakış
açısıdır. Milletin bugünkü akademik camiada baskın tanımı olarak primordializmin
yerini alan modernleşme teorisi, yapılandırmacı bir yaklaşımı benimsemektedir
ve millet kavramının, sanayileşme, şehirlileşme, kitlesel eğitim gibi miili
bilincin oluşmasına katkıda bulunan modernleşme süreçleri nedeniyle ortaya
çıktığını öne sürer. Ben de modernleşme teorisini savunmaktayım.
Modernleşme teorisinin savunucuları, milletleri, yukarıda
bahsettiğim Anderson tarafından türetilen bir terim olan "hayali
topluluklar" olarak tanımlamaktadır. Bir millet, “genişletilmiş ve
paylaşılan bağlantıları hayal etmek için maddi koşulların mevcut olması ve
millete mensup her birey kendisini öznel olarak başkalarıyla somutlaşmış bir
birliğin parçası olarak deneyimlese bile nesnel olarak ortak bazı değerlere
dayanması” anlamında hayali bir topluluktur. Hocam ne demek şimdi bu? Şöyle
basitleştireyim: Örneğin Türkiye’de 85 milyon Türk olarak hepimizin birbirini
tanıması, birbirimizle maddi ilişkiye girmemiz mümkün değildir ama Türk vatanı
hepimizin evi, Türk Bayrağı hepimizin bağımsızlık sembolü, Filenin Sultanları
hepimizin gururu, Cumhuriyet hepimizin devletidir. Çoğu zaman, bir milletin
üyeleri birbirlerine yabancı kalır ve muhtemelen hiçbir zaman bir araya
gelmeyeceklerdir buna rağmen birbirini tanımayan bu insanların ortak bir vatandaşlık
şuuru etrafında birleştiği gözlemlenir. Sonuç olarak sosyal bilimcilerin çoğu
tarafından millet, ortak duyarlılığın bir tür kolektif kimlik sağladığı ve
bireyleri siyasi dayanışma içinde birbirine bağladığı "icat edilmiş bir
gelenek" tarafından bir araya getirilmiş bir topluluk olarak görülür. Bununla
birlikte bir milleti bir araya getiren temel "hikaye" etnik
niteliklerin, değerlerin ve ilkelerin bir bileşimi etrafında inşa edilebilir ve
aidiyet anlatılarıyla yakından bağlantılı olabilir. Buna rağmen milleti inşa
eden modern devlet kurumlarıdır.
20. yüzyılın sonlarında sosyal bilimcilerin çoğu iki
tür millet olduğunu savundu: Fransız cumhuriyetçi toplumunun başlıca örneği
olduğu sivil millet ve Alman halklarının örneklediği etnik millet. Alman
geleneği, Johann Gottlieb Fichte gibi 19. yüzyılın başlarındaki filozoflardan
kaynaklanmakta ve onları diğer milletlere mensup insanlardan ayıran ortak bir
dili, dini, kültürü, tarihi ve etnik kökenleri paylaşan insanlara atıfta
bulunuluyordu. Zaten bu gelenek primordializmin temelini oluşturmaktaydı. Öte yandan sivil milletin izleri Fransız
Devrimi'ne ve 18. yüzyıl Fransız filozoflarından kaynaklanan fikirlere kadar
uzanıyordu. Temelde bir devletin vatandaşlarından oluşan ve "birlikte
yaşama" isteğinin merkeze alınması, bunun da bir onaylama eyleminin sonucu
olarak ortaya çıkan bir millet yaratması olarak anlaşılmaktaydı. Bu,
diğerlerinin yanı sıra, Ernest Renan'ın da vizyonudur. Anlaşılacağı üzere
modernleşme teorisi sivil millet tanımına dayanmaktadır.
Özetleyecek olursak çağdaş akademik camianın
çoğunluğunun kabul ettiği millet tanımına göre bir devletin vatandaşı olarak
ortak milli eğitimden geçen, şehirlileşmiş ve sanayileşmiş toplumlarda daha
hızlı gelişmesi beklenen ve ortak kültürel, coğrafi ve tarihsel değerlerle
pekişen “birlikte yaşama” isteğinin bir araya getirdiği topluma millet adı
verilir.
MİLLET
OLMA BİLİNCİ GELİŞMEYİ NASIL ETKİLER?
Millet olma bilinci ya da eskilerin tabiriyle milli
şuur öncelikle bir toplum içinde dayanışma ve toplumsal güveni pekiştirirken,
toplumsal ayrılıkları, iç savaşa dahi gidebilecek toplumsal çatışmaları
yatıştıran bir unsurdur. Bir toplumun gelişmesi ve kendi kaderini tayin
edebilmesi için yönetim hakkının doğrudan kendine ait olduğunun bilincinde
olması, toplumun çıkarlarının kendi çıkarlarıyla örtüştüğüne inanması ve kurulu
düzene güvenmesi esastır. Atasözünde dediği gibi: “Birlikten kuvvet doğar!”
Sanayileşmiş ve gelişmiş ekonomilerde bireylerin vatandaşlık bilinci de en üst
düzeydedir. Devletin koyduğu kurallara uymaları için insanlar zorlanmaz aksine
insanlar birbirlerine ve devlete güvendikleri için gönüllü olarak kurallara
uyarlar. Bu seviyede bir vatandaşlık bilinci demokrasinin de sağlıklı
işlemesine yol açar.
İlk çağ topluluklarında, ortak kimlik aşiret ve
boylar etrafında oluşurdu. Bu millete göre çok daha küçük ve dışlayıcı bir
tanımdır. 20’inci yüzyılda Batı’da peydah olan ve Dünya’yı yok olmanın eşiğine
getiren “ırkçılık fikri” bu ilk çağ topluluklarının kimlik anlayışını yansıtır.
Orta çağ toplumlarında insanları bir araya getiren ortak kimlik ise dini
mensubiyettir. Bugünkü teokratik rejimler ve onların dayattığı toplumsal
kimlik, bu yüzden, orta çağdan kalmadır ve ilkel tarım ekonomisinin değer ve
normlarını yansıtır. Millet ise sanayileşmiş ve şehirlileşmiş toplumların ortak
kimliğidir. Milli kimliği oluşturan ana unsur bireylerin sisteme ve
birbirlerine olan güvenidir. O yüzden hukukun üstünlüğü ilkesi ve kanunların
tarafsızca ve ayırım olmaksızın uygulanması önemlidir. Milli şuurun kuvvetli
olduğu toplumlarda sosyal sermaye de kuvvetlenir.
İSLAM
TOPLUMLARI NEDEN MİLLETLEŞEMEDİ?
Dünyadaki İslam toplumları içinde millet olma
bilincine sahip iki toplum görürüz: Türkiye ve İran. Bunlara Sovyetler
Birliğinden kalma oldukları için henüz gelişme aşamasında olsalar da başta
Azerbaycan olmak üzere Türk Dünyası ülkelerini ve Bosna Hersek’i de
ekleyebiliriz. Bunlar haricindeki İslam ülkelerinde insanların birbirlerine ve
kurulu devlet düzenine güvenleri yok denecek kadar azdır. Hukukun üstünlüğü
değil Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle “üstünlerin hukuku” hakimdir. İktidarı
ele geçiren her türlü torpili, kayırmacılığı yapar. İktidar “millete hizmet makamı”
değil, şahsi zenginlik ve ikbal elde etme aracı olarak görülür. Toplumlar
genelde ortaçağdan kalma dini kimlikler etrafında veya ilk çağlardan kalan
kabile kimlikleri etrafında örgütlenme aşamasındadır. Bu yüzden, bu ülkeler,
emperyalistlerin her türlü ayak oyununa açık ve iç savaşa müsait toplumsal
yapılar üretirler. Birbirine güvenmeyen, vatandaşı olduğu devlete ve mensubu
olduğu millete aidiyet hissetmeyen, kendi komşularını düşman olarak gören
bireylerin olduğu toplumlar ortak bir kalkınma hedefini de üretemezler,
üretseler bile o hedefe doğru ilerleyemezler. İslam toplumlarının çoğunun geri
kalmasının bir sebebi de, bu yüzden, bu toplumların bir millet vasfına
yeterince sahip olamamalarıdır.