YURT
. Benim yurdum, toprağım, vatanım, bayrağım denildiğinde sahiplenme duygusu; millet, devlet anlayışını sağlıyor. Orta Asya’da Türklerin kullandığı çadırlara, çardaklar ve otağlara da ev, yurt deniliyordu. Moğolların da bu kelimeyi kullandıkları biliniyor. Derilerden ve keçelerden yapılmış taşınabilir, bir yerden bir yere götürülebilir yuvarlak çadırlara da yurt deniliyor. Yurtseverlik Türklerde, dini inançla perçinlenmiş bir anlam taşır. Yurdun evladı, o yurdun içindekilerin ortak sesidir. Ortak sevdası, nefesi, ahlakı, dini, dili, kültürü dolayısıyla her şeyi ile bir bütündür. Cemiyet hayatı bireylerin aile ülküsü çerçevesindeki şekillenişiyle devletleşir. Devletin gücü, bireylerin ortak şuurudur. Bu şuur aileden cemiyete, cemiyetten devlete doğru yürüyen coğrafi, tarihi, sosyolojik ve kültürel anlam taşır. Ortak anlayışlar; din ile insan arasındaki yapının ahlakla perçinlenmesiyle ortak sese dönüşerek, hafızaya, yaşayışa, tefekküre, ilim ve irfana kapılar açar.
Türklerin İslam’a olan tutkuları,
bağlılık ve teslimiyetleri, Allah ve Rasulünün bıraktıkları emaneti yeryüzüne
yayma seferberliği hayatın, yaşayışın ve anlayışın temelini oluşturur. Bu inanç
bizlerde imani bir meseledir. Türklerin öncü birlik, öncü düşünce ve öncü bayraktarlık
yapmalarını sağlar. Böylesi bir yurtseverlik anlayışı, mazlumların barınağı,
korunağı olan Anadolu’yu İslam yurdunun karargâhına götürür. Omuzlarımıza
tarihin yükü biner. Böylece dünyada olan biten her şey Türkiye’yi ilgilendirir.
Bu bakış açısı bir şuur meselesidir. Yurt edinme anlayışı aynı zamanda yurda
sahip çıkmayı mecbur kılar. Yurdun içindekilerin dini, dili, malı, ırzı ve
namusunu koruma iman meselesidir. Vatan toprağı, fethedilmiş, yurt
tutulmuş, Mehmetçiğin nöbet beklediği sınırsız iklimlere işaret eder. Vatan
toprağı, günde beş vakit ezanıyla sulanır, bayrağıyla özgürlüğü göklerde
dalgalanır. Şehadet anlayışı, Peygambere âşıklık derecesine işaret
eder. Bizim yurdumuzun sınırsızlığı, mazlumların sesi oluşumuzla özdeştir. Doğu
Türkistan’dan, Keşmir’e, Kırım’dan Kerkük’e, Afrika’dan Endülüs’e, Gazze’den
Filistin’e, Mekke’ye ve Medine’ye, Semerkant’tan Buhara’ya, Nil’den Fırat’a,
Hazar’dan, Tuna’ya ulaşır. İstanbul ne kadar bizimse, Bağdat, Halep, Şam
bizimdir. Diyarbakır, Mardin ne kadar bizimse Yemen, Libya (Trablusgarb),
Afrika o kadar bizimdir.
Bu anlayış bize tarihe şan katan
ecdadımızın atlarıyla kıtalar dolaştıkları ayak izlerinden geliyor ve beslemeyi
sürdürüyor. “Bilad-ı İslam” dediğimiz İslam beldeleri, yurtları bir kez
fethedilince kıyamete değin o fetihten izler taşır ve sorumluluklar yükler. Bu
toprakların karayağız evlatları-Mehmetcikleri bunu “Kızılelma” diye
haykırmayı sürdürür ve seferlere devam eder. Vatan diye yüreği çarpan, imanla
nakış nakış işlenmiş Anadolu, mazlum halkların sesi olmaya, yurdun anlamını ay yıldızlı
hilaliyle göklerde dalgalanmaya devam edecektir. İçinde yaşadığımız toprakları,
“kutsal topraklar”ın dışında görmedik. Yani bizim için Mekke,
Medine ve Kudüs ne kadar kutsalsa, müminlerin yaşadığı her toprak
parçası da vatandır. Yurt için can verilir. Şehadetle taçlanır toprak. Allah
cc. şehitler yurduna merhamet eder. Müminlerin secdegahı olan toprak
yeryüzüdür. Yeryüzü bizlere emanet bırakılmıştır. Yurt edindiğimiz andan
itibaren bu emanete sahip çıkmaya mecburuz. Bu toprakların üzerindeki ilimden
irfana, kültürden sanata, insandan insana aktarılan geleneklerimiz,
göreneklerimiz, adetlerimiz Kuran ve sünnet ikliminden beslenir. Bu iklim bizi
uyanık tutar. Bu iklim bizi kıyama hazırlar. Hindistan’dan Pakistan’a,
Afganistan’dan Çeçenistan’a, Tükmenistan’dan Özbekistan’a, Azarbeycan’dan
Kıbrıs’a rüyalarımız, hülyalarımız vardır. Kardeşlik akdini bize ikram eden
Rabbimiz Zülcelal; bize birlik olun, tefrikaya düşmeyin, birbirinizi
çekiştirmeyin, birbirinize sırt dönmeyin tevhid olun, ümmet olun, bölünüp
parçalanmayın, bir tarağın dişleri gibi olun diyor.
Dünya hayatı geçicidir lakin emanettir. Çarçur etmeyiniz. Ahiret yurduna
hazır olmak, dünya hayatını doğru kavramakla mümkündür. Aksi takdirde “ölmeden
evvel ölmenin” fırsatını kaçırmış oluruz ki, “ölünce uyanmanın” bir
anlamı kalmaz. Dünyanın içinde yaşamakla ahiret yurdu hazırlanır. Boş bir tarla
olan ahiret yurduna şelaleler yapmak, gölgelik ağaçlar dikmek, köşkler saraylar
inşa etmek dosdoğru kul olmakla, Allah’a kul, Habibine ümmet olmakla mümkündür.
Her şeyin sonlandırıldığı dünya hayatı, bize iki şey sağlar: İlki sonsuz
cennet nimetleriyle hazırladığımız mekâna kavuşmak, ikincisi,
pişmanlıkların fayda vermediği, bir fırsat versen de ibadet edip gelsem demenin
boş olduğunu görüp zindan haline gelen cehennem ateşiyle karşılaşmaktır. Biliriz ki bu dünya yurdu da oyundan
ibarettir. Gün gelir son nefesle birlikte kaybolur gider. Bu yurdumuza sahip
çıkmayalım demek değildir. Bilakis üstünde ezanların okunduğu, zikirlerin
yapıldığı, kuran ve sünnete uygun amellerin işlendiği, hakkın gözetildiği,
adaletin terazisinin sapmadığı, helalin helal, haramın haram olduğu İslam yurdu
haline dönüştürme üzerimizde birer vecibedir. Burada yaptıklarımız ahiret
yurdunun azığıdır. “Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz öyle
uyanırsınız” denildi bizlere. Peygamberimizi çok sevmek şiarımız olsun.
Onunla beraber olmayı ömrümüzün en büyük armağanı olarak görelim. Onun yaşadığı
gibi, savaştığı gibi, kulluk yaptığı gibi bir kul olmak bu yurdun evlatların
hasletleri olmalıdır. Sadıklarla, Salihlerle, âşıklarla beraber olmayı arzu
edenler dünyanın geçici olduğunu bir an bile akıllarından çıkarmazlar. Haşır
18.ayeti kerimede bu durum bizlere şöyle haber veriyor: “Ey îmân edenler!
Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun,
çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” Bakınız Maun suresi 4, 5, 6
ve 7.ayetlerde ise: “Vay haline o namaz kılanların ki, Onlar namazlarının
özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar. Hayra da engel olurlar”
buyruluyor. Bu ayetlerde kişilerin namazlarının, oruçlarının aldatmaması
gerektiğine dikkate çağırıyor. Emanete sahip çıkıp çıkmadıklarının, doğru sözlü
olup olmadıklarının, adaleti saptırıp saptırmadıklarının, helal ve haramda
hassasiyet gösterip göstermediklerinin, herhangi bir günahta imtihanı kazanıp
kazanmadıklarının, dünya nimetlerine karşı ne durumda olduklarının ve İslam’ı
Kuran ve sünnet çizgisinde yaşayıp yaşamadıklarının ölçü olarak alınması
gerektiği bizlere haber veriliyor. Hişam b. Urve babasından, babası da Hz. Ömer
(ra)’den naklediyor: “Bir kimsenin namaz kılması ve oruç tutması sakın
ola ki seni aldatmasın! Her dileyen namaz kılabilir, oruç tutabilir amma,
emanete riayet etmeyen kimsenin dini yoktur.” Beyhaki, Abdurrezzak, İbn
Ebi’d-Dünya ve Abdullah b. Mübarek’in beraber rivayet ettikleri bir “mevkuf
hadistir.” Mefkuf; Hadis ilminde yalnızca Sahabe-i Kirama ait
olduğu belirtilen söz, fiil ve haberlere denir. Rivayet, bir sahabede sonlanır
yani Peygamber Efendimize senet olarak ulaşmaz. İslam hukukçuları için delil
değeri taşır. Buhârî’de zikredilen bir hadis-i şerifte ise, bir görevin ehline
verilmemesi halinde “Kıyâmeti
bekleyiniz” uyarısı daha dikkatli olunması gerektiğini hatırlatıyor. Nimetin
kadri ve kıymeti elimizdeyken bilinmelidir. Elden gittikten sonra ahlayıp
vahlanmanın bir anlamı olmaz. Unutmayalım ki, Kudüs, Gazze ve mazlum insanlık
bizlere emanettir. Bu emanete yeterince sahip çıkamadığımızı idrak ederek
tefekkür edelim, dualarımız ve pişmanlıklarımızı artıralım. Yurt,
özgürce yaşayabildiğin, ibadetlerini yapabildiğin, ırz ve namusundan, malın ve
mülkünden emin olduğun yerdir vesselam.