EMEKÇİLERİN GELİRLERİ NEDEN DÜŞÜK?
Bugün 1 Mayıs vesilesiyle sizlerle önemli bir konuyu paylaşmak istedim: Bugün niçin bütün ücretlerin ortalaması asgari ücrete yaklaşmakta ve hangi sebeplerle asgari ücret açlık sınırı civarında belirlenmektedir? Ücretleri arttırabilmek için bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yeterli olur mu? Türkiye fakirliğe katlanmak zorunda mıdır?
ÜCRETİN TEMEL BELİRLEYİCİLERİ NEDİR?
Ana akım
iktisada göre eğer ekonomide emek piyasası da dahil bütün piyasalarda tam
rekabet geçerliyse emeğin saatlik ücreti bir işçinin bir saatte üretebileceği
değere eşittir. Yani ücretin temel belirleyicisi emeğin üretkenliğidir. Tabii
ki, her piyasada ve her firmada emeğin üretkenliği farklılaşır. Uzun dönemde
tam rekabetçi emek piyasasında oluşan denge reel ücreti geçimlik ücrettir: yani
bir işçinin kendisi ve ailesinin ancak barınma, beslenme ve giyinme
ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelir düzeyi. Yani uzun dönemde tam rekabetçi
emek piyasasında kabaca bugün açlık sınırı olarak ölçülen ücret düzeyi kadar
bir ücret düzeyi oluşur. Ancak modern toplumlarda insan kurucu öğedir, emek de
basitçe alınıp satılan bir meta olamaz. Modern sanayi toplumu şehirli bir
toplumdur ve şehirli toplumda bireylerin ve toplumun ihtiyaçları tarım
toplumuna göre çok farklılaşır: barınma, beslenme ve giyinmenin yanında eğitim,
sağlık, kültürel ve sosyal faaliyetler, ulaştırma gibi alanlarda yapılacak
tüketim harcamaları da zorunlu harcamalar kabul edilir. Çünkü ancak bu
harcamaları yapamayan bir birey ne kendisine ne de topluma faydalı olabilir.
Sanayi
kapitalizminin bir özelliği tam rekabetçi piyasayla bir arada olabilmesinin çok
muhtemel olmamasıdır. Özellikle büyük sanayi firmalarının olduğu sektörlerde
firmalar hem kendi mallarının fiyatlarını hem de işçi ücretlerini
belirleyebilme gücüne sahiptir. Mal fiyatı belirleme gücü “tekel gücü” ve ücret
belirleyebilme gücü de “monopson gücü” olarak tanımlanır. Tekel gücü sahibi
firmalar kendi mallarını üretim maliyeti artı alternatif maliyetin çok üstünde
aşırı bir kârla satabilirlerken, işçi ücretlerini tam rekabetçi fiyatın – yani
açlık sınırının- altına indirme gücüne de sahiptirler. Bu ise yukarıdaki
paragrafta bahsettiğim emeğin bir meta olarak değerinin bile altında bir ücret
anlamına gelir. Bu yüzden 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında işçi sendikaları
örgütlenmeye başladı. İşçilerin bir araya gelmesi ve toplu ücret pazarlığı
süreçlerinin başlaması ile sendikalar – eğer başarılı bir müzakere süreci
yürütebilirlerse- emekçinin ücretlerini açlık sınırı üstüne çekebilme gücüne
kavuştular. Yine de ücretin temel belirleyicisi işçinin üretkenliği olmaya
devam etti.
İşçinin
üretkenliği sektörden sektöre ve firmadan firmaya değişir. Örneğin bir sektörde
standart işçinin üretime yaptığı aylık katkı açlık sınırının üç katı kadar
olabilirken, diğerinde açlık sınırının altında olabilir. Sektörel üretim ve
firma üretimi farklı teknik değerlere sahipken, aynı ülkenin eşit vatandaşları
olan işçilerin şehirde yaşamını idame ettirmek için gerekli ihtiyaçları aynıdır
ve toplumsal ihtiyaca göre belirlenir. Bu yüzden hükümetler asgari ücret
uygulamasına geçtiler. Asgari ücret bir işçinin herhangi bir işte alabileceği
minimum ücret düzeyini gösterir. Genellikle asgari ücret açlık sınırının çok
üstünde ve fakirlik sınırının biraz altında belirlenir. Açlık sınırı 4 kişilik
bir ailenin hayatta kalabilmek için gerekli olan gelir düzeyini gösterirken,
fakirlik sınırı aynı dört kişilik ailenin bütün temel fiziki, sosyal ve
kültürel harcamalarını sağlayabileceği bir düzey olarak hesaplanır. Özet olarak
söylersek firmaların işgücü maliyeti olarak ücret üretim teknolojisi ve
verimlilik kriterlerine göre değerlendirirken, toplumsal açıdan ücret o ülkenin
vatandaşının değerini ve medeni bir hayat yaşama gücünü gösterir. Her ülke
hükümeti, elbette ki, vatandaşlarına yüksek bir yaşam standardı sağlamayı
amaçlar. Asgari ücreti, emekli ücretlerini ve memur maaşlarını da buna bağlı
olarak belirlemek ister. Ancak ülkenin topyekûn üretim gücünün de bu ücreti
vermeye uygun olması gerekir. Sonuç olarak diyebiliriz ki ücret düzeyi
işgücünün üretkenliği, emek piyasasının rekabet yapısı, sosyal güvence sağlayan
hukuki düzenlemeler ve asgari ücret düzeyi tarafından belirlenir.
ASGARİ ÜCRET NE MİKTARDA OLMALI?
İşgücünün
üretkenliği birçok faktöre bağlıdır: Doğru bir eğitim sistemi, yüksek kişi başı
fiziki sermaye, düşük inovasyon gecikmesi ve etkin bir kaynak tahsisi. Eğer
bunlar yerine getirilirse ülkedeki firmaların açlık sınırının çok üstünde ve
fakirlik sınırının biraz altında bir asgari ücret vermesi mümkün olur. İşgücünün
üretkenlik düzeyi sosyal bir ihtiyaç olarak belirlenen fakirlik sınırına yakın
bir ücretin ne kadar altındaysa, asgari ücret de o kadar altında olur. Bugün
Türkiye’de işgücü gelirlerinin ortalaması aylık 30 bin TL civarındadır. Tabii
ki bu ortalamanın çok üstünde aylık gelir elde edilen sektörler vardır, ancak
sektörlerin çoğunda işgücünün aldığı maaş bu ortalamanın altındadır. Açlık
sınırı 17 bin TL iken asgari ücret de tam olarak bu düzeydedir ve fakirlik
sınırı da 54 bin TL civarındadır. Medeni bir toplum kriter olarak alınırsa
asgari ücretin ve en düşük emekli maaşının 40 bin TL, en düşük memur maaşının
da 55 bin TL olması gerekir. Hemen şu
soruyu soracaksınız, biliyorum: “Hocam, ne yaptınız? Bu kadar asgari ücretle
ben iflas ederim?” Bunun söyleyen okuyucularım haklıdır. Çünkü Türkiye’nin,
özellikle tarım ve sanayide, işgücünün üretkenliği çok düşüktür. Pekiyi,
işgücünün üretkenliği niye düşüktür? Cevaplayalım.
İŞGÜCÜNÜN ÜRETKENLİĞİNİ BELİRLEYEN
FAKTÖRLER
Yukarıdaki
paragrafta birkaç temel faktör sıraladım. Bunları sırasıyla açıklayalım.
Doğru Eğitim Sistemi: İktisadi açıdan doğru ve ülkenin kalkınma ihtiyaçları ile uyumlu bir
eğitim sistemi işgücünün üretkenlik düzeyini belirleme açısından çok önemlidir.
Pisa skorları vesaire burada temel kriter değildir. İstediğiniz kadar çocuklara
integral öğretin, bu onlara iş gücüne katıldıklarında ihtiyaç duyulan
üretkenliği sağlayacak donanımı vermez. Her ülke gelecek yirmi yılını
planlayarak ekonominin lokomotifi olacak sektörlerini, bu sektörlerde ne tip
yapısal dönüşüm yapacaklarını, ekonomide temel ihtiyaç alanı haline gelecek
sosyal hizmetleri planlar. Bu plana uygun olarak gelecek yirmi yılda ihtiyaç
duyulacak işgücü miktarı ve niteliğini de projeksiyonlarla belirler. İşte
eğitim sistemi bu ihtiyaca binaen yeniden yapılandırılır. Bir takımda herkes
Hagi olamayacağı gibi, bir toplumda herkesin üst düzey müdür, mühendis veya
doktor olması mümkün değildir. Ara elemanlar her iş kolunda çok önemli rollere
sahiptir. İlk önce bu ihtiyaçların belirlenmesi ve eğitim sisteminin bu
ihtiyaçlara göre sil baştan yeniden tanzimi birinci önceliktir.
Yüksek Kişi Başı Fiziki Sermaye ve Etkin
Kaynak Tahsisi: Türkiye’de kabaca her 10 yılda bir makine parkının
yenilenmesi gerekir. Çünkü makinaların bir kısmı hurdaya çıkar veya teknolojik
gelişme sebebiyle demode olur. Mevcut işgücü üretkenliğini koruyabilmek için
bir kere bu yenilenmenin her 10 yılda bir gerçekleştirilmesi gerekir.
2000’lerin başı ve yine 2010’ların başında bu yenilenme sağlandı. Ancak
2020’lerde yapılması gereken makine parkı yenilenmesi gerçekleştirilemedi. 2018
yılından 2023 seçimlerine kadar kısa duraklamalarla uygulanan popülist
politikalar, 2020 – 2022 arası pandemi krizi, 2023 depremi, bizim makine
parkımızı yenileyemememizin sebepleri arasındadır. Ancak 2000’li yıllardan
itibaren Türk ekonomisinde kaynakların sanayi ve tarımdan hizmetler ve inşaata
aktaran politikalar buradaki temel sebeptir. Kaynakları yeniden tarım ve
sanayiye aktaracak yeni bir kalkınma programına ihtiyaç vardır. Yani hem makine
parkının yenilenmesi hem de ülke kaynaklarının sanayi ve tarım yönünde yeniden
tahsisi gereklidir.
Düşük İnovasyon Gecikmesi: Teknolojik gelişme hem sermaye hem de emeğin üretkenliğini arttırır.
Ancak, hemen akla geldiği gibi, her ülkenin yeni teknoloji geliştirmesine gerek
yoktur. Ayrıca bu çok maliyetli de olabilir. Ancak yeni teknolojilerin ne hızla
ekonomiye adapte edildiği önemlidir. Teknolojik yeniliklerin üretime adapte
edilme süresi “inovasyon gecikmesi” olarak tanımlanır. Bu gecikme ne kadar az
süre de olursa, ekonomide teknoloji düzeyi o kadar yüksektir. İnovasyon
gecikmesini kısaltacak şekilde sanayi ve teknoloji politikaları
oluşturulmalıdır. Gerekirse kamu burada aktif rol alabilir.
İşgücü
üretkenliğini düşüren bu üç faktörün haricinde ücretlerin olması gerekenin
altında olmasının diğer sebepleri olarak şunlar sıralanabilir: Ülkede (5 milyon
Suriyeliyi bir kenara bırakırsak) hiçbir kanuni gerekçeyle varlıkları kabul
edilemeyecek 72 milletten 8 milyon kaçak vardır. Bunların kahir ekseriyeti
niteliksel kaba işgücüdür. Bizim uyanık işverenlerimiz ayda 200 dolara bu
kaçakları çalıştırıp sömürmektedirler. Sonra da “Türkler çalışmak istemiyor!”
demektedirler. İşte bu 8 milyon kaçak ücretleri aşağıya doğru çeken bir etki
yaratmaktadır.
Türkiye imalat
sanayinde firmaların yüzde 90’ı mikro ölçeklidir. Haliyle düşük sermayeli bu
firmalar niteliksiz iş gücü talep etmektedir. 40 bin TL asgari ücret verecek
donanıma sahip değillerdir. Ülkede suç ekonomisi büyümüş, kayıt dışı ekonomi
artmıştır. Merkezi ve yerel yönetimlerde usulsüz ve denetimsiz harcamalar,
kontrol edilmeyen ve hesapsızca verilmiş krediler, seçim ekonomisinin parçası
olan zengin Türklere ve yabancılara servet transferi ülkenin üretim gücünü
topyekûn düşürmektedir.
Eğer bu
problemler çözülmezse, korkarım, asgari ücret artık açlık sınırında bile
verilemez olur.