EN GÜZEL SEVDALARIN ŞEHRİ
Binlerce sesin içinde, sessizlikle buluşmak için ben size bu yazıyı Gülhane Parkı’ndan yazıyorum. Sanırım hiçbirinizin ilk cevabı Gülhane olmazdı, değil mi? Etrafımda onlarca çocuk, onlarca turist, yüzlerce insanla birlikte düştüm bir yola, huzur arıyorum...
Sessizliğin sesi olduğu konusunda hemfikirizdir diye
umuyorum, işte ben tam tersi bir duyguyu burada olduğum zaman yaşıyorum. Bunca
sessizliğin içinde, şehrin orta yerinde, Fatih’in fethettiği yaşı geçeli çok da
olmamışken, İstanbul’u kendi içimde tekrar tekrar fethediyorum. Yahya Kemal
Beyatlı’nın da dediği gibi; Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Demem o ki İstanbul’dan şikâyetlenen onca insandan bu hafta
biraz bunaldım. İstanbul böyle bir şehir; kalabalık, sesli, hengâmeli, zorlu,
yorucu ama bu yüzden büyüleyici. İstanbul’u eşsiz kılan da tam olarak bu. Eğer
siz İstanbul’u fethedemezseniz, İstanbul sizi ele geçirir. Olabildiğince kaçın,
kendinize bir sığınak alanı yaratın. İstanbul’da yaşamanın inceliklerini
keşfedin.
Mesela, ben az önce, burada ceviz ağacı olsam nasıl
olurdu, diye bile düşündüm...
Bu hafta
Bu hafta vizyona giren yerli-yabancı bir sürü film var,
beyaz perde de seçeneğiniz bol. Benim dikkatimi ise bu kadar film içinden 3-4
film çekebildi… Biri baş rolünde Ryan Gosling olduğu için, biri Furkan Andıç’ı
film posterinde gördüğüm için, diğer iki film de dağıtımcısı Başka Sinema ve
Bir Film olduğu için meraklandırdı beni.
Ryan Gosling’in aksiyon temasının hakim olduğu yeni filmi
olan The Fall Guy’daki partneri ise Emily Blunt. Filmin yönetmeni ise John
Wick, Deadpool 2 gibi filmlerden tanıdığımız eski dublör David Leitch. Filmin
konusunu incelerken öğrendim ki 1980’lerde aslında filmin adıyla yayınlanan
Glen Larson yapımı bir dizinin uyarlama filmiymiş. Eğer Lee Majors’ın
başrolünde olduğu diziyi hatırlıyorsanız filmin konusuna hakimsiniz demektir.
Hakim olmayanlar içinse senaryo; yüksek bütçeli bir filmin ünlü yıldızının ortadan
kaybolmasının ardından; eski sevgilisini geri kazanma umuduyla dublörlüğe geri
dönen bir adamın üzerine kurulu.
Furkan Andıç’ı görünce şaşırdığım poster ise ‘Cadı’ filmine
ait. Ancak fragmanı izleyince size direkt bu filmi yazmam gerektiğini düşündüm.
Sık sık eleştirdiğim, artık insanları jump-cut ve ne dediklerini bile
anlamadığımız seslerle korkutmaya çalıştıkları filmler yerine yeni bir senaryo,
yeni bir deneme, yeni bir çalışma diye söylenip duruyordum. İşte tam olarak
aradığım kanı buldum. Fragman boyunca irite olmadan, filmin konusunu merak
ettim bile… Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından uyarlanan Cadı filminin
senaryosunu izlerken o kadar sevindim ki; filmin güzel ya da kötü olması,
oyunculuklar falan değildi asla derdim. Yeni bir adım atılmış, beğeniye
sunulmuş ve karşılık bekliyor. Bu çabayı taktir etmek, denemelere devam
etmelerini sağlamak da biz seyircilere düşüyor.
Bu akşam Netflix’i açmak için sebep
Baby Reindeer’ı izlediniz mi? Bu filmin bazı sahneleri o
kadar rahatsız ediciydi ki, izlerken birkaç kez ‘evet şu an rahatsız
hissediyorum’ hissine kapıldım… Bu diziyi size yazıyorum çünkü hakkında tek bir
kötü yorum görmedim. Netflix’e verdiği parayı hak ettiğini söyleyenler,
Netflix’te uzun zaman sonra gördüğü en iyi yapım olduğunu söyleyenler ve çok
daha fazla yorum okudum... Evet ‘aşırı’ bir dizi, her şey tüm çıplaklığıyla
suratınıza tekrar tekrar tokadı vuruveriyor ama tam o anda filmin gerçek
olaydan uyarlandığı aklınıza geliyor ve daha çok tetikleniyorsunuz.
Yaşı büyük bir kadının, kafasında kurduğu hayatı yaşarken,
kendinden yaşça küçük bir adamı da ‘zorla’ bu yalan hayata dahil etmeye çalışma
hikayesini izliyorsunuz. Yani günümüzün tabiriyle bir ‘stalker’ hikayesi. Ama
işin içinde öyle farklı dinamikler var ki; izlerken hem rahatsız oluyorsunuz
hem de bütün bunların yaşanmış olmasına istemsiz bir içtenlikle empati
geliştiriyorsunuz. Ancak o geliştirdiğiniz empati bile ana karakterin
yaşadıklarını anlamanızı yakında uzaktan sağlayamıyor.