Biyolojik yapımızın inançlarımızdan etkilediğini biliyor musunuz?
Kelimelerin gücü tarih boyunca birçok kültürde ve inanç sistemlerinde öne çıkmıştır. Örneğin şifalı dualar binlerce yıldır çeşitli kültürlerde kullanıldı. İnsanlar kelimelerin sadece bedeni değil, aynı zamanda ruhu ve zihni iyileştirebileceğine inandılar. Bunun en iyi örneğini Anadolu’da “kocakarı ilacı” olarak bilinen uygulamalarda ya da vücut ağrılarına karşı okunan bazı dualarda da görmek mümkün. Hepimiz hasta oluruz ve doktora gideriz. Elimize bir reçete tutuşturulur. Orada yazan ilaçları alınca da iyileşiriz. Çünkü doktorumuza ve yazdığı reçeteye güvenimiz sonsuz. Oysa belki de yazdığı ilaçların çoğu tam isabetli ilaç değil!
Görüyoruz ki aslında plasebonun fiziksel anlamda
tedaviye yönelik bir gücü yok. Sahip olduğu tedavi gücünü, tamamen, hastanın,
verilen ilacın işe yarayacak ilaç olduğunu düşünmesinden almakta. Yani plasebo
etkisi beynin biyolojimize oynadığı bir tür oyun. Bu oyun da bize inancın insan
hayatında aslında ne kadar büyük bir önemi olduğunu gözler önüne seriyor.
Sözü şuraya getireceğim. Günümüze baktığımızda,
gerçekte herhangi bir tedavi etkisi bulunmayan fakat gücünü iyileştireceği
inancından alan şifacıların plasebo etkisi yarattığını görüyoruz. Beklentiler
algıyı etkiler. Bu nedenle, şifacının yolu gibi bir takım psikolojik tedavi yöntemlerinin
sizi daha iyi hissettireceğini düşünüyorsanız, onu aldıktan sonra kendinizi
daha iyi hissedebilirsiniz. Şifacıya duyulan güven ve onunla kurulan ilişkinin
algılanış şekli ve kişide yarattığı her türlü etki, bireyin iyileşme sürecine
olan bakış açısını, süreçten beklentisini ve iyileşmeye olan inancını etkiler.
Dolayısıyla, kısmen de olsa şifacının etkisi aslında bir plasebo etkisidir.
Burada da yine inanç devreye girmekte. İyileşmeye ve iyileştiriciye duyulan
inanç.
İşin içinde bir de telkin var. İnsanı motive
edecek konuşmalar yapmak, ona cesaret vererek belirli bir eyleme teşvik etmek
çoğu zaman davranışı yönlendirmenin etkili bir yöntemi olmuştur. İşte buna
telkin diyoruz. Telkin, “bir kimseye bir fikri aşılama, aşılayıp zihnine sokma,
öğretmedir. Görüldüğü üzere şifacıların hastaları motive eden konuşmaları ve
telkine varan yönlendirmeleriyle insanlar üzerinde psikolojik bir etki
yarattıkları açık.
Peki ama, plasebonun aldatmaca etkisi de
bulunmuyor mu sizce? Buna ben değil siz cevap verin istiyorum.
Mademki anlamı “Hoşnut etmek” ise kişiyi hoşnut
ediyor; ama aynı zamanda kandırıyor. Şifacı da kullandığı tüm teknik ve
gereçlerin dışında “gerçek şifacı Allah’tır” gibi bir söylem geliştirerek
herhangi bir başarısızlıkta “Allah kısmet etmedi” ya da “Şifayı almaya hazır
değil, vakti var” gibi kimsenin hakkında emin olamayacağı bir bahane ortaya
koyabilmekte. Sorumluluğun paylaşılması noktasında “Allah” kavramı burada yine
durumu kotarmaya yarayan işlevsel bir unsur olarak kullanılmakta. “Allah nasip
etmedi ve iyileşmedin” dendiği vakit inanan bir insanın çok da itiraz
etmeyeceği düşünülür. Şifacı ise böylelikle hiçbir sorumluluk almadan bu işten
yakasını kurtarır.
Şu hâlde bilinmelidir ki şifacının terapi yapacak
ne metot bilgisi ne çağdaş tıp ve psikoloji literatürü hakkında bir yargıda
bulunacak birikimi ne de kendi alanının diğeri karşısında savunulabilecek
bilimsel bir zemini var. Dolayısıyla şifacının söylemi, rakip olarak gördüğü
çağdaş tıbbı bir şekilde karalamak, küçük düşürmek, bazen yetersiz göstermek ve
basite indirgemek gibi olumsuz düşünceyi besleyecek şekildedir. Şifa yerine
insanları esir alıp onları kendine bağımlı kılıp -ki sorgulanmayan, itaat etmeye
yönelik öğretilerin hepsi tarikat geleneğini oluşturur. Mürşit mürit ilişkisi
doğurur. İşte burada Alman filozof Immanuel Kant der ki, sen akıl sahibi bir
varlıksın…
Aklınızı ve ruhunuzu daima koruyun!