DAVA İNSANI OLMAK
Hesap sormak haksızlığa. Dik durmak hayasızlığa. Yalana, dolana, omurgasızlığa yeltenmemek. Harama el uzatmamak. Aç kalmak pahasına helalden yana olmak. Yetimin hakkını düşünmek. Kul hakkından kaçınmak. Yerdeki lokmayı eğilip almak, bir kenara koymak. Düşmüşün, garibanın elinden tutup kaldırmak. Yalnız kalmak pahasına doğrudan şaşmamak. Dünyaya meydan okumak. Ezberleri altüst etmek. Değerleri diri tutmak. Kendini hesaba çekmek. Herkesten uzakta Allah’la baş başa dertleşmek. Ruhunu satmamak. Sözü özü bir olmak. Kaşı, gözü ayrı oynamamak. Edebiyle oturmak edebiyle kalkmak. Münafıklarla, yalakalarla aynı ortamda bulunmamak. Hesabı kitabı defterine uydurmamak. İnsanlığını korumak. Başkaları adına utanmak. İnsanı kardeşi bilmek. Yanlış yapana set çekmek. İşine, aşına, sevdiğine sahip çıkmak. İşini, gücünü doğru dürüst yapmak, hakkını vermek, kaytarmamak. Devletine ve milletine, vatanına, bayrağına böyle sahip çıkmak. Hamasetle değil halinle bir abide gibi dikilip adeta bayrak olmak. Dünyanın bir ucundan düşmana korku salmak. Adaleti bayrağın ucunda sallandırmak. Rüzgârı tersine çevirmek. Suyun akışını değiştirmek, tarih yazmak. Dava adamı olmak! Adamın ademden geldiğini bilen er kişidir. Er gibi yaşar dimdik er gibi ölür. Öldü denilen yerden yeniden fışkırır arşa uzanır. Yaşamak gönüllere girip ölümsüzleşmektir onun için. Bir de dünya insanından uzakta yalnız ölmeyi göze almaktır dava adamı.
İnsan müsveddeleri
Her yerde birbirine benzeyen kopyalanmış, özgünlüğünü
kazanamamış, biricikliğinden bihaber insan müsveddeleri dolaşıyor. Yapay zekâ
mı arıyoruz? Zaten etrafımızdalar. Onun bunun zekasını kopyalayan, kendinden
üretemeyen bunun için oturup okuması, araştırması en azından düşünüp tefekkür
etmesi gerekirken önüne gelen bilgileri papağan gibi tekrarlayan insan
müsveddeleri dolaşıyor. Marketten hala o içeceği alan orta yaşlı kelli felli
Müslüman görünümlü müsveddeler. Ucuzluğu kaçırmayan, birbirlerinin üstünden atlayan
hayvan müsveddeleri. Yemeği Agop’un kazı gibi yiyen insan manzaraları.
İnsanlığımdan utandıran görüntüler bunlar. Yemeğe herkesten önce oturmazdık.
Evde bile önce baba otururdu. Hele misafirlikte.. Orta yerde sokakta elimizde
yiyecek olmazdı. Sokakta yemek yemezdik. İnsan haya sahibidir. Hayamızı
kaybettik davamız da kalmadı.
Davan olsun. Davanı sahiplen, sahiplendir
IQ düşmüş
Uluslararası IQ Araştırmasının raporuna göre Türkiye’de zekâ
son bir yılda 1,5 puan gerilemiş. Bu araştırmaya yönelik sorularımız olacak,
mesela; Türkiye’de gerilerken ilerleyen ülkeler olmuş mu? Ya da bu araştırmanın
kriterleri nelerdir? Bunlar ve daha fazlası aklıma geliyor. Ama şunu
diyebiliriz. Gerçekten bu araştırma doğruysa bunun sorumlusunu internet ve
eğitim sistemimiz olduğunu söylesem çok kişi ve uzman bana hayır demeyecektir.
ODTÜ
Fizik
Öte yandan IQ demişken geçen gün ODTÜ fizik mezunları ile
ilgili birtakım sözlere denk geldim. ODTÜ fizik mezunlarının iş
beklemeyeceklerini gerekirse başka işler de yapabileceklerini ifade eden bir
konuşmadan bahsediyorum. ABD’den verilen örnekler de vardı bu konuşmada. İşine
zamanında gelmiyorsan, işinde titiz değilsen, işteki durumuna bakılır ve
çalışmana son verilir deniliyor. Anladım
da Türkiye’nin belli başlı öğrencilerinin tercih ettiği ve bu üniversitenin
bölümünü neden bu konularla örnek gösterildiğini anlamadım. ODTÜ fizik temel
bilimlerdendir. Biyoloji, Kimya, Matematik gibi. Bu bölüme girenlerin özellikle
de Fizik okuyanların büyük bölümü bilim adamı olmak için okuyorlar. Bu insanlar
o ülkenin yani Türkiye’nin önemli bir bilim adamı kaynağı. Bu bölümdeki
çocukları takip edecek peşinden koşturacak olan devlettir, beyin avcıları ve
bilim otoriteleridir. Bu bölümdeki çocukların önünü açmak ve geleceğin bilim
adamları olacak şekilde öğrenme açlıklarını giderecek programlarla ortaya
çıkmak lazım. IQ’su en yüksek gençlerin okuduğu bu bölümlerdeki öğrencileri bu
şekilde küçümseyerek veya neden bu bölümleri okuduklarından bihaber şekilde konuşmamak
lazım. Yarın öbür gün nerde bizim bilimsel çalışmalarımız nerede bu insanlar
demeye hakkımız olamaz.
Koşmaca oynayalım mı? Ebecilik oynayalım mı? Göz açıp kapayıncaya kadar geçer mi? Bu bir oyun mu? Yoksa rüya mı, kâbus mu? Hangisi? Çocuklar yapayalnız ölüyorlar. Annesiz, babasız ölüyorlar. Ölüm onlarla oyun oynuyor kıyıda bucakta. Kimse uyarmıyor kimse koruyamıyor. Çünkü şeytan her kılığa girdi, her yerde çocukları hedef aldı. Özümüzden insanlığımızdan çalıyorlar. Çocukluğumuza, çocuklarımıza, torunlarımıza saldırıyorlar. İnsanlığı en alçaklarla yer değiştirecekler. Hani buna göz mü yumacağız? Bu çocuklar tirtir titrerken bizim içimiz titremiyorsa, uykularımızda bizi kovalamıyorsa bu çocuklar, ruhumuz ne zaman dirilecek? Ölmüş olabilir miyiz bizler, çocuklar cennete doğarken? Bakın bu bir oyun değil. Ve çocuklar o beldede Kudüs’ün Mescidi Aksa’nın kubbesinin gölgesi düştüğü her yerde korunurken bugün ölüyorlar. Çocuklar korkar. Çocuklar anne diye seslenir. Çocuklar babasının kocaman elini tutar. Çocuklar kardeşlerini sever. Çocuklar oyuncaklarını ve okullarını özler. Çocuklar sıcak yatakta yatmalı. Çocuklar çikolata yemeli. Çocuklar büyünce şehit olmalı. Çocuklar! Sırtımdan buz gibi akıyor sular. Midem bulanıyor. Acıyı tarif edemiyorum. Bütün bedenim sarsılıyor bomba yağıyorken. Bir şey yapamamanın acısı sarsıyor günlerimi. Baş dönmesi, sersemlik hayır değil bu bir çocuk oyunu değil. Bu bir oyun değil. Sen, ben, o, biz buradan izlerken çocukların gözleri kayıyor semaya.
Artı
Öğrencinin hayat amacı
Birkaç gün önce metrobüste bir öğrenciyle tanıştım. Ailesinden
uzak bir şehirde kendi imkanlarıyla üniversite okuyor. Bir lokantada yarı zamanlı
çalışıyormuş. Yaptığı iş de bulaşık yıkamak. Aynı onun gibi başka arkadaşları
da aynı onun gibi yarı zamanlı bir işte çalışıyor, tahsilini sürdürüyorlarmış.
Çocukta sanki bir manevi çekicilik vardı. İyilik yap iyilik bul dercesine bir
tutum içindeydi. Patronumuz iyi bir insan diyor ve ekliyor; “Yaptığımız işe
göre söz verdiği paraya ilaveten fazlasını ödüyor. Siz öğrencisiniz bu da
benden” diyor. Siz de imkana kavuştuğunuzda siz de aynısını yaparsınız demiş çocuğa.
Çocukla konuşmak o kadar keyifliydi ki; size göre hayat nedir diye sordum ona.
O da “Hayat iyilik yapmaktır” dedi bana. “Elbette çalışacağız ve paylaşacağız”
dedi vakarıyla.
Eksi
Boykot ve Ramazan
Üç harfli marketlerden mavili olan Hayırlı Ramazanlar
başlığında afiş hazırlamış, asmış vitrinlere. Hepsi indirimliymiş. Hepsi de
boykotlu markalar. Ne güzel değil mi? Ama almaya devam edeceksiniz değil mi?
Kimse kimseye bir şey demiyor zaten alabilirsiniz. Herkes susuyor zaten. Alın
ne olacak. Yazıklar olsun!
İBB iki yıl kapalı tuttuktan sonra tekrar hizmete açtığı Küçük
Çamlıca’daki tarihi köşkler maalesef büyük hayal kırıklığı oldu benim için. Daha
önceki yıllarda da sıkça misafir de ağırladığım bir yerdi Cihannüma köşkü, Sofa
köşkü, Topkapı köşkü, Su köşkü. Yönetim değiştikten sonra hızla kalite bozuldu.
Fiyatlar artmasına rağmen bir denge yakalanamadı. Sonra da kapandı zaten.
Tadilat denildi ve iki yıl sürdü bu tadilat. Ama baktığımda bir tadilat filan
yapılmamış. Aşağıdaki bölgede yer alan şirin Su köşkü hala kapalı zaten. Pazar
günü hınca hınç doluydu. O güzelim Sofa köşkü önceden yemek yenen nezih bir
yerdi. Şimdi kafeteryaya dönüşmüş. Vapur kafeteryasında sıraya girer gibi insanlar
sıraya girmiş. Çay, kahve yok sanki insanların evinde. Çok itici çok görgüsüzce
bir ortam vardı. Sanki çay bahçesine gelinmişti. Köşklerden birini lokanta
yapmışlar yer yok doluydu. Sıraya girip isim yazdırıyorsun. Sıra gelirse oturup
sipariş vereceksin yemek yiyeceksin. Eskiden bu köşkte siniler vardı. Çay,
kahve içiliyordu belki bir tatlı eşliğinde. Köşklerin ruhu ile hiç alakası
olmayan her şey hemen alelade seçime yetiştirilmiş bir manzaradan ibaretti.
Gerçi daha önceki belediye yönetimi de bu köşklerden bazılarını gece kına
gecelerine kiralıyordu. İşin ruhu gitmiş. Hani İsmail Dede Efendi saraya klasik
batı müziği girince bu işin tadı kaçtı deyip saray memuriyetini bırakıp Hac’a
gider ya. İşte durum bundan ibaret diyeceğim ama keşke bundan ibaret olsaydı.
Hülya
Kavuzlu Bağımsız Aday
İstanbul Büyükşehir belediyesinin bağımsız bir kadın adayı
olduğunu biliyor musunuz? Veya kaçımız biliyoruz? Ana akım medyada duymanız çok
zor. Ancak bir sansasyon olsa duyarsınız ama bu durumda zor. Ülkemizde çok
sesliliğin olmamasının bir sonucu bu. Oysa herkes oy verebiliyorsa belirli
kriterleri olanlar aday olabiliyorsa herkes kendine tanıtım için eşit bir
şekilde yer bulabilmeli. Aksi takdirde demokrasi sadece bir hayal olarak kalır.
Ben mesela bulunduğum ilçede bağımsız aday kim diye bakıyorum ama Google
dışında bir yerden soramıyorum. Oysa adayların hepsini önceden görmek ve
tanımamız gerekmez miydi? Adaylar seslerini çıkarmak için para vermek zorundaysa
o zaman buna nasıl demokrasi diyebiliriz ki? Bunun adı olsa olsa parakrasi
olur. Oysa güçlenmemiz, birbirimize kenetlenmemiz ve ülkemizin seslerini
tanımamız için buna ihtiyacımız var. Ama bakmayın sadece şu anki hâkim güç sadece
kendine yer veriyor denmesine. Bu hâkim gücün karşısındaki alternatif güç de
başka seslere alan açmıyor. Böyle bir dertleri yok. Hâkim iki güç var. Dost
düşman gibi görünen rekabetçi iki güç bunlar. Ve bunun dışındaki sesler
maalesef bu iki güçten birini seçmek zorunda kalıyor. İnsanları kitle diye
tanımlıyoruz ya baştan beri medya olarak. Maalesef bize iletişimde öğretilen
bir kavram. Ama kim öğretmiş kimler bu kelimeleri neden oluşturmuş bir bakın
bakalım. Güçlüler ve aptal yönetilmesi gereken kitleler diye bakılmıyor muyuz?
İşte bizde zavallı kitleler olarak iki kutuptan birini seçmek zorunda bırakılarak
seslerimizi kısıyoruz. Gerçek seslerimizi kısıyoruz. Belki Hülya Kavuzlu hanım
senin, benim iç sesimiz. Nereden bilebiliriz değil mi? Tavsiyem farklı seslere
de kulaklarımızı açalım. Hülya Kavuzlu hanımı ve diğer bağımsız adayları diğer
sesleri de tanıyalım. Çünkü biz bütün seslerle birlikte biriz.
Sevilay Acar
KİM NE
DERSE DESİN
İçimizden geldiği gibi yazsak, içimizden geldiği gibi
konuşsak, hiç kaçırmadan kendimizi. Hissettiklerimizin önüne geçmese
düşüncelerimiz. ‘Kim ne der’ düşünce
kurumuna takılmasa kalp yayınımız. İçten yayın yapsak hayat dediğimiz programın
ekranlarından. Kalbimiz başka, aklımız başka konuşmasak, sevgiye bulansa
sözcüklerimiz. Yazmasak önceden konuşma metinlerimizi düşüncelerimizle. Sussak,
yazıya ihtiyaç duyduğumuz anlarda. Gözlerimize bıraksak sevginin akışını. Dinlesek
ve dinlediğimiz yerde dinlensek sessizce. Görünmek istediğimiz gibi değil de,
olduğumuz gibi görünsek…
En çok kendimizle konuşsak ama evvela kendimizi sevsek, içimiz
dediğimiz o eve herkesten önce kendimiz uğrasak. Otlar bürümese kapımızın
önünü, bahçemizin en güzel anına bir anlayış çiçeği eksek, çiçekler büyüse hoş
görüyle, sarmaşık gibi içimizden dışımıza dolansa hislerimiz, ‘His’ gibi koksa
kendimize ettiklerimiz. Elden ele dolaşsa, birleştikçe dolansa kendiliğimiz.
Biri kaybetse kendini boşluğunda, diğerine bakıp hatırlasa kendi güzelliğini.
Herkesin içinde bir güzellik vardır çünkü. Yeter ki her an bir akışla sulanan
topraklarını hatırlasa…
Gözlerini kapatır gibi kapatsa bir müddet diğer bütün
ekranlara, alışkanlığı ezber yapmış tüm
akranlara, düşünür sözlerine, hatta belki de mısralara, şarkılara, sazlara…
Çift camlı bir pencereyi kapatır gibi kapatsa geçmişten yansıyan olumsuz tüm
sözlere kendini. Öylesin ile başlayan, olamazsın ile genişleyen ezberlerle dolu
tüm olumsuz seslere. Sessizlik olsa, sessizlikte kalsa… Ta ki asıl sesi, asil
sesi duyana kadar. Her defasında başa değil, içe dönse insan, sözün de sazın da
kaynağında kendini bulsa...
Suyu yavaş yavaş ısıtır zaman, insanı yavaş yavaş uyutur gözü
kalbinde olan bir insan. Bilir orası doğum yeridir, doğum evidir sevginin.
Sevgi koyar adını ve hoş bir görüntüye boyayıp pazarlar, anlamını hakikatten
boşaltarak.
Yavaş yavaş soğutur insanı, kendine düşman. Sevip sevilmediği
o yolda öğrenmiştir karartmayı bir kalbi. Dünyaya takar ve taktırır tüm
fişleri. Yolunu çok iyi bildiği o diyarda kendine yabancı bırakır insan.
Sevseydi insan evvela kendini, savaşır mıydı dünyayla?
Yeşerseydi bahçesini bürümüş nefret içerikli tüm ezberler, dokunur muydu
fidanlara? Duysaydı içinden yükselen o sesi, ezer miydi gülleri postallarıyla?
Bu nedenle, tam da bu an’da, dünya ekranına yansıtmak için
sevgiyi, içinden yayın yapmalı insan. Fişi karanlıktan çekip, göz bebeğinden
aydınlığı yansıtmalı.
Kim ne derse desin, içinden sevdiği gibi yaşamalı insan.