İNSAN VE ESTETİK
Seçkin, seçilmiş, beğenilmiş, bediiliği belirlenmiş, güzelliği göze, gönle ve yüze vurmuş olan güzel duygulara, hislere ve kavrayışlara estetik denir. Yaratılmışlar içinde en şerefli, güzel ve erdemli kılınan insandır. İnsan, din ve estetik yaratılış itibariyle birbirinden ayrılmaz. İnsanın yaratma diye bir problemi yoktur, çünkü yaratılandır ve yaratılanlar onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığının idrakindedir. İşte sanat; var olan, yaratılmış olan güzelliği araştırmak, bulmak, ifade etmek, öne çıkarmak, güzel, seçkin ve estetik olduğunu belirgin kılmaktır. Varlık âlemi, Allah'ın boyasıyla boyanmıştır. Bunu görebilecek, hissedebilecek, duyabilecek melekelere sahip olmak icap eder. İlk peygamberle başlayan ve son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile tamamlanan vahiy anlayışımız, eksiği ve fazlası olmayan, asla kaybedilmeyecek, bozulmayacak, herhangi bir harfine, kelimesine, ayetine müdahale edilemeyecek olan Kuran’ı Kerim, hicri 1444 yıldır insanlığa hükmediyor. Bakara suresi 138.ayeti kerimede “Allah'tan daha güzel kim boyayabilir?” deniliyor.
“Allahın
boyasıyla boyanmak”, “Yaşayan Kur'an olmak” estetiğe bakışımızı da
netleştirir. Hal, durum, ortam ve eser; şahsiyetin hallerini de elbette
yansıtır. Esere baktığınızda size dokunan, size söz söyleyen, ruhunuzu ve
aklınızı harekete geçiren bir yönü bulunuyorsa, o eser sizin gönül evinizin bir
köşesinde yer bulur. Bu nedenledir ki baktığımız ve gördüğümüz herhangi bir
unsur da objektif olabilmek estetik bakışın ilk kuralıdır.
Hangi görüşte-düşüncede olunursa olunsun bir esere, bir değere, sanat adı verilen
bir kıymete baktığınızda tarafsız olmak, değerlendirmek hakkı teslim etmektir.
Eserin estetik, ahlak ve tefekkür yönü sanatkârın durumuyla da
orantılıdır. Haleti ruhiye, sohbete, yazıya, hatibin beden diline yansır.
Uğraştığımız alan ne olursa olsun bize verilen bir bağışın, ikramın ortaya
konulması diye bakmak gerekir. Böyle olursa zuhurat hallerine de boyun eğilmiş
olunur. Ruh zuhurat ile bağlantılıdır.
İnsan,
yaşadığı ortamı, evi, okulu, bahçeyi, mimariyi, çeşmeyi, aynayı, kişileri,
kıyafetleri, kitabı, yazıyı, şiiri ve eseri tanzim etmekle, disipline altına
almakla, yön ve yol göstermekle belirginleşir. Belirgin olmak; dışındakilere
hükmetmek kadar onlara estetik unsurlar katmak, sanat diline dönüştürmek,
beğenilen ve güzelliğiyle etkilemek, gölgesinde bırakmak ve dinginlik
hissettirmektir. İnsan, eşsizdir, seçkindir ve seçkin olanları fark eder.
İnsan, estetik bulduğu varlıkları, manzaraları, eşyaları, ne hoş, ne kadar
güzel, müthiş, çok beğendim, çok zarif, insana huzur veriyor ve oldukça seçkin
bir çalışma olmuş gibi ifadelerle nitelendirir. Hoşa gitmemiş, renklerdeki göze
ve gönle ağırlık veren, dokusu ve düşünce iklimi tedirginlik veren bir eserse sıkıntılı
bir çalışma olmuş denilir ve geçilir. Çirkin, kaba, kötü gibi kavramlar dilin
ucuna gelip gider. Oysa estetik olan bir eşya, bir sanat eseri, bir tablo ya da
tabiatta ve gökyüzünde ressamların, şairlerin, tefekkür ehlinin zikrini,
fikrini ve gönlünü güzelleştiren vadiler, şelaleler, ay ve yıldızlar, akıp
duran bulutlar insan ruh ve gönlünü güzelleştirmekle kalmaz, dilini çözer,
ruhuna şirinlik katar, sohbetini şiirlerle muhabbete dönüştürür. Nadide
güllerle, burcu burcu kokan çiçeklerle bezenmiş bir vazo ya da bir mekâna
girdiğinizde hafif ve latif bir kokunun ruhunuza dokunuşuyla aklınız kendinden
geçerek Peygamber Efendimize salavat getirdiğiniz olmaz mı? Olmalı, olur
elbette. İşte güzel olan, hoşa giden, mutlu kılan, eşsiz ve şaheser duygusunu
tattıran unsurdur sanat ve estetik denilen şey.
“İslam
Düşüncesinde Sanat”ında Muhammed Kutub; “Aklı başında ve
biraz bilgisi olan herkes bilir ki evrende, yerde ve gökte, karada ve denizde
harika bir denge var. Evrendeki ahenk ve düzen aynı zamanda onun güzelliğidir”der
ve tefekküre davet eder. Müminun suresi 14.ayette de: “Ardından nutfeyi (döllenmiş yumurta) alakaya
(rahimde asılıp beslenen embriyo) çeviriyor, alakayı şekilsiz et (görünümünde)
yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonra da kemiklere adale
giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir varlık halinde inşa ediyoruz. Yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir.” Alaka;
erkeğin spermiyle döllenmiş yumurtadan bir hafta zarfında oluşan hücre
topluluğunun rahim cidarına asılıp gömülmüş halidir. Mudga ise,
ceninin üzerinde diş izlerini andıran, şekiller taşıyan henüz uzuvları
oluşmamış haline denir.” Ömrün en bereketli yönü tefekkürdür.
Prof. Dr.
Hüsrev Subaşı bir yazısında; “Biçimde,
seste, harekette güzel ve estetik olanın algılanabilmesi bu alanlara yönelecek
pencerelerin inşa edilmiş olmasına ve gereği gibi açık tutulabilmesine
bağlıdır. Beden gibi ruh da beslenmeye muhtaçtır. Bakmak ile görmek aynı şeyler
değildir. Ruhu besleyen yüksek hazlar ve güzelliklerdir. Çok güzel bir ezan
sesi, bir yanık türkü, güzel bir şarkı, tatlı bir bülbül sesi o sesin geldiği
yöne kulak kabartmaya yetmiyorsa, güneşin ufukta batarken oluşturduğu gök mavisinden
kızıla sayısız renkler, ya da dünya coğrafyasının vazgeçilmez süsü olan
milyonlarca ağacın yapraklarındaki yeşilin tonları, ya da narin ve uzun bir
gövdenin tepesine yerleştirilmiş kırmızı gelincik yaprakları kişinin gözüne bir
şeyler söylemiyorsa, o kişi için hayatın bir anlamı var mıdır? “Ahsen-i
takvîm” çizgisinde yaratılan ve “Eşref-i mahlûkat” olarak nitelenen
insanoğlu için hayat, sadece yemek, içmek ve hayvanî arzuları tatminden ibaret
olamaz. Para, kadın ve mevki hayatın tek ve yüksek hedefi olmamalıdır. Bunları
aşmadan estetik âlemi algılayamayız. Dolayısıyle her alanda olduğu gibi ibadet
anlayışı ve estetik açısından da konuya hangi zaviyeden baktığımız önem
kazanmaktadır” diyor.
Asırlar boyu
insanlığın gözünü ve gönlünü hoşnut eden, kaybolup gittiği zannedilirken
arkeoloji kazılarıyla yeniden gün yüzüne çıkarılan tarihi eserler gösteriyor
ki, insanoğlunun ilmik ilmik işlenmiş kilimler gibi taşa nasıl da anlam
kattığını, estetik bir görünüme dönüştürülmesi için gayret ettiğini
görmekteyiz. Eski dönemlerdeki bulguların, resimlerin, minyatürlerin,
figürlerin, hayat ve bereket ağaçlarının, rengârenk işlenip süslenmiş eşyaların
varlığı az değildir. İnsan yalnızca gözleriyle, mimikleriyle tebessüm etmez, en
güzel tebessümünü gönlüyle gerçekleştirir. İnsanın sanata ve estetiğe olan
düşkünlüğü yaratılışındaki muhteşemliği idrak ettikçe günlerini güzelleştirip
zenginleştirmenin yolunu bulmuştur. Sözü Şairimize bırakalım:
“Kim
okurdu kim yazardı
Bu
düğümü kim çözerdi
Koyun
kurt ile gezerdi
Fikri
başka başk’ olmasa
Güzel
yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Âşık ve maşuk olmasa”.