DİNDARLIĞIN EKONOMİ POLİTİĞİ - III
TÜRKİYE’DE DİNDARLIK ARTIYOR MU, AZALIYOR MU?
Türkiye’nin
kahir çoğunluğu (farklı mezhep ve meşreplerde olsa da) Müslüman’dır.
Dolayısıyla bu soru, dindarlık tanımının İslâm dinindeki karşılığı olan muttaki
kavramı çerçevesinde, cevaplanır. Dindar olarak bilinen ve tanınan kişi ve
kurumlar gayba, Kitap ve Peygamberlere, vahye, kadere ve kıyamet gününe iman
ettiklerini söylerler. Ancak Allah’ın kitabından bucak bucak kaçarlar.
Peygamber ve sahabesi gibi dayanışma ve yardımlaşma içinde değildirler,
karşılıksız iyilik içine girmezler. İnsanlara verdikleri destek karşılığında
ucuz iş gücü, kitle halinde oy ve itibar elde ederler. Peygamber’in hadisini
çarpıtıp Müslümanların 73 fırka olduğunu, 72’sinin Cehennemlik birinin
Cennetlik olduğunu söylerler. O biricik fırka da kendileridir! Böylece
kendileri dışındaki Müslümanların Müslüman olmadığını ima ederler. Her türlü
kanun açığını, siyasi ve iktisadi imtiyazları kullanarak acımasız bir emek
sömürüsünün de katkısıyla servet biriktirirler, bunun adına ticaret derler,
ticaretin de Peygamber sünneti olduğunu üstüne eklerler. Bu mu takva / muttakilik,
bu mu dindarlık? Eğer bunlar artıyorsa dindarlık artmıyor, aksine azalıyordur.
Biz bilmeden Allah’ın Dinini mi değiştirdiler?
TÜRK – OSMANLI KÜLTÜRÜNE YABANCI BİR
DİNDARLIK MI FİLİZLENİYOR?
Her büyük din
gibi İslam da onlarca farklı milletin ve birçok farklı kültürün ortak dinidir.
İslâm’ın temel kuralları tartışılmaz. İmanın ve İslâm’ın şartları bu kuralları
belirler. Ancak dinin yaşanması, pratik uygulaması ülkeden ülkeye ve kültürden
kültüre değişebilir. Bugün yükselen dindarlık (o da ne kadar dindarlıksa, DMD)
kadar bu dindarlığa tepki olarak yükselen bir din düşmanlığı bulunmaktadır. Bu
görüşü savunanların temel fikri İslâm’ın Araplaşmak olduğudur. Dolayısıyla
dindar olarak tanımlanan kitleleri Türklüğe ihanetle suçlamaktadırlar. Bu
görüşe farklı bir zaviyeden ben de katılırım. Ancak Arap tarzı İslâm ile bizim
dindar kitlelerin tarzı İslâm taban tabana zıttır. Hicaz Araplarının İslâm
anlayışında, tasavvuf, kabir ziyaretleri, Kandil kutlamaları, tarikatlar,
tarikat ibadetleri zinhar yasaktır, bid’at sayılır. Bunların en hafifleri kimi
Hanbelî fakihleri iken Hanbelî’likten Vehhabî’liğe, oradan selefi radikal
cihatçılığa kadar giden tekfirci bir söylem vardır. Bu İslâm anlayışı hiçbir
şekilde bizdeki, Kandil gecelerine hürmet eden, tasavvufu dinin en güzel yorumu
olarak kabul eden İslâm anlayışı ile uyuşamaz. O yüzden “Türkler İslâm
oldukları için Araplaşmaktadırlar”, diyemeyiz. Ancak Türk – Osmanlı Kültürü bir
şehir kültürüydü. Musikisi, mimarisi, mutfağı, şiiri, tarikat erkânı ve beşerî
ilişkileri ile kozmopolit imparatorluk kültürünün en güzide örneğiydi. Bu
insanların Allah’a, doğaya ve insanlara bakışı ile kasabalı mesleksiz ve
eğitimsiz lümpenlerin bakışı da farklılaşır. Bugün bizdeki dindar kisvesine
bürünen kişi ve gruplar kapalı kasaba tutuculuğu ve yaşam tarzını şehirde devam
ettirmek isteyen, mesleksiz ve eğitimsiz lümpen kitlesinin İslâm anlayışını
temsil etmektedirler. Bunlar Araplaşmayı değil, Türk – Osmanlı Kültürü’nün
kapitalist sistemle eklemlenen yozlaşmış halini sergilemektedirler.
DEĞİŞEN ŞARTLARA GÖRE DİNİ AHKAMIN
YENİLENMESİ Mİ GEREKİYOR?
Hiçbir dinin
temel ahkâmı değişen şartlara göre değişmez. Allah’a, meleklere, Kitaplara,
Peygamberlere, kıyamet ve gününe ve kadere inancın değişmesi için gözlemlenen
olgulardan elde edilen veriler yetersizdir. İslâm’ın temel ibadetlerinin
değişmesi için de bunlar bir gerekçe olamaz. Pekiyi tartışılan nedir? Mesele
sanayileşmiş şehir toplumunda kasaba yaşam tarzını devam ettirmek isteyenlerden
kaynaklanmaktadır. Bunlar pazartesi günkü yazımda bahsettiğim dini gerekçelere
dayalı dünyevi hükümlere dair tartışmalardır. Örneğin kadınların okuması, iş
hayatında yer alması, kocasından izin almadan kendi hayatını belirlemesi,
modern finans kuralları ile şirket yönetimi ve ticaret, medeni hukukun geçerli
olması, demokrasi ve laikliğin prensipleri ve benzeri konulardır tartışma
konusu olan. Bu da dindarlıkla alâkalı değil öncelikle siyasetle alâkalıdır.
Allah ne bir iktisadi nizam ne de bir devlet yönetim şekli göndermiştir. Allah
“insanların problemlerini yaşadıkları çağın şartlarına göre birbiriyle
uzlaşarak (istişare ederek) çözmelerini” istemektedir. Değişen iktisadi şartlar
yaşam tarzını, yaşam tarzı da güç ve servet ilişkilerini değiştirir. Güç ve
servet kaybetmek istemeyenler yaşam tarzlarını değiştirmek istememektedirler.
Yoksa Allah’ın Hükmü zamana ve mekâna göre değişmez, değişen insanların
Allah’ın hükmünden ne anladıklarıdır.
TARİKAT VE CEMAATLERİN BU KADAR GÖZ ÖNÜNE
ÇIKMASI NE ANLAMA GELİYOR?
Türkiye’de
cemaatlerin ve tarikatların bu kadar göz önüne çıkması siyasi ve iktisadi bir
meseledir. Bu gruplar eskiden de vardı, gelecekte de var olmaya devam
edeceklerdir. Bunları yasaklayarak yok etmek de mümkün değildir. Sosyolojik
olgu ve süreçleri kanun ve tüzükle değiştiremezsiniz. Bugün Hükümet’in
dayandığı önemli bir seçmen bu tarikat ve cemaatlerin yönlendirmesi ile karar
vermektedir. Küresel kapitalizmin ve sahip olunan siyasi imtiyazların
desteğiyle devlet kurumlarında belli bir yer edinmişler, kurdukları vakıflara
bağlı şirketlerle holdingleşmişlerdir. Yani kapitalist sisteme çarpık bir
şekilde eklemlenmişlerdir. Daha önce bu servet birikimine ve kamusal alanda
görünüme sahip olmadıkları için bazı kesimler şaşırmaktadır. Bilinsin ki,
bunlar, zannedildiği kadar çok değildir. Türk toplumunun kahir ekseriyeti
bozulmuş haliyle bile Türk – Osmanlı Kültürü’ne bağlıdır. Yapılması gereken
tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi bu cemaat yapılarının sıkı bir devlet denetimine
alınmasıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi bu yapıların görünürlüğünün artması
dindarlaşmaya değil insanların dini anlayışının yozlaşmasına delalet eder.
Vesselâm…