DİNDARLIĞIN EKONOMİ POLİTİĞİ - II
Takiben, dindarlık bir erdemse, erdem veya faziletin bireylerin sahip olabileceği ahlaki, sosyal veya entelektüel boyutlarda bir mükemmellik özelliği olduğunu yazmış, erdemli davranışın içinde bulunulan ahlâkî sisteme göre iyi olan eylemlerde bulunup kötü olan eylemlerden kaçınmak olduğundan bahsetmiştim. Bu bağlamda İslâm dini çerçevesinde dindarlığın yani erdemli olmanın muttaki kavramı ile açıklandığını, bunun iman ve eylem boyutlarının olduğunu söylemiştim. İman boyutu Allah’a, Ruha ve Ruhun ölümsüzlüğüne, Allah’ın meleklerine, Kadere, başta Kur’an-ı Kerîm olmak üzere Mukaddes Kitaplara ve Ahiret Gününe iman olduğunu belirtmiştim. Eylem boyutunda ise muttakinin, yani erdemli dindar insanın, vasfının temel ibadet olan namazı kılmak, birbiriyle dayanışma içinde olmak, sahip olduklarını ihtiyaç sahipleri ile paylaşmak, iyilikleri teşvik edip kötülüklerden sakındırmak ve her türlü baskı ve zulüm sistemine karşı duruş sergilemek olduğunu bildirmiştim. İlk yazının özeti kısaca budur.
Pekiyi bugün
karşılaştığımız, çeşitli dizilere konu olan, toplum hayatı ve kamu yönetiminde
göz önüne gelen dindarlık Kur’an-ı Kerîm’de bahsedilen dindarlık mıdır? Sadece
Türk toplumunda değil, bütün dünyada teknolojik gelişme ve küreselleşmenin
etkilerine karşı gelişen dindarlık ne ölçüde bu tanıma uymaktadır? Bugün
bunlara değinmek istiyorum.
DÎNÎ UYGULAMALAR NE ÖLÇÜDE DÎNÎDİR, NE
ÖLÇÜDE DÜNYEVÎDİR?
Bütün dinlerin
ortak özelliği insanın gözlemleriyle kavrayamadığı ama varlığını hissettiği bir
yaratıcı gücün varlığına iman etmektir. Dinlerin temelde farklılaştığı yer ise
bu yaratıcı gücün mahiyeti, ondan gelen haber veya ona dair bilgiye ulaşma
metodu ve bu dünyadaki yaşamın ve insan varlığının anlamı üzerinedir. Dinleri
din olarak belirleyen ana unsurlar bunlardır. Bir örnek verecek olursak üç
kitaplı dinde de bir yaratıcının varlığı, onun melekleri vasıtasıyla evreni
yönettiği, ondan haber getiren Peygamberlerin ve bu peygamberlere inen
kitapların doğruluğu ortak inançtır. Hatta ayrıntılarda üç kitaplı din de ortak
kıssalara dayanır. Ancak İslâm’da evrensel ve mutlak olarak eşsiz benzersiz bir
Tanrı anlayışı var iken Hristiyanlık’ta evrensel ama tek varlıkta üç ayrı
şahsiyetin (Teslis akidesi: Allah, Kutsal Ruh ve Hz. İsa) olduğu bir Tanrı’nın bulunduğuna
inanılır. Tabii bu üç şahsiyetin farklı ağırlıklara sahip olmasına göre
Hristiyan mezhepleri farklılaşır. Musevilikte ise evrensel olmayan (sadece
Yahudi kavminin Tanrısı) ama mutlak olarak tek ve eşsiz benzersiz bir Tanrı
anlayışı vardır. Bu iman akideleri dünyevî olamaz, çünkü akıl ve gözlemle reddedilemeyecek
ya da ispat edilemeyecek metafizik kavramlara dayanmaktadırlar.
Pekiyi dinlerde
dünyevi olan unsur nedir? İnsanların tüketim kalıpları ve yaşam tarzı üzerine
getirilen, dini metinleri kaynak olarak gösteren ama dünyevî ihtiyaçlara göre
verilen hükümler dünyevî unsurlardır. Her dindeki ritüeller, bu ritüellerin
dini yaşam içindeki önemi, kılık kıyafet şartları, yeme içme emir ve yasakları,
aile yaşamına dair emir ve yasaklar hepsi dini metinlerden yola çıkarak belli
bir zaman ve belli bir toplumdaki ihtiyaçlara göre insanların yorumlarına bağlı
olarak verilen hükümlere dayanır. Bunların genel ahlâkla, erdemli davranışlarla
veya ilâhî varlığın mahiyeti ile uzaktan yakından alâkası yoktur. Çünkü günlük
hayatımızda bizim tüketim kalıplarımızı (yani neyi yiyip neyi içtiğimizi, nasıl
giyindiğimizi, aile hayatını hangi kurallara bağlı olarak kurduğumuzu)
belirleyen içinde bulunduğumuz toplumun üretim yapısıdır. Üç kitaplı dindeki
tüketim kalıplarımıza getirilen kurallar daha çok tarım toplumun ekonomi
politiğinden etkilenmiştir. Genelde bu hükümler kendi çağlarında saygın din adamları
tarafından o günkü toplumsal ve iktisadi şartlarda ortaya çıkan sorunlara dini
açıdan çözüm bulmak için üretilmiştir.
Pekiyi
teknolojik gelişme ve buna bağlı olarak iktisadi yapı değişimi gerçekleşirse ne
olur? Yaşam tarzı ve tüketim kalıplarına yönelik hükümlerin bazıları
anlamsızlaşır. İnsanların yaşadığı gerçek hayat ile inandıkları dinin hükümleri
çelişirse bu hem bireysel olarak travmalara hem de toplumsal açıdan ayrışmaya
yol açar. Örneğin tarım toplumunda iş bölümü gereği kadının okumaması,
çalışmaması ve evinde oturması doğaldır. Bu yüzden hanımların ev işleri ile
ilgilenmesi, eşinden izinsiz dışarıya çıkmaması, kendi işinin sahibi olmaması
yönünde hükümler verilir. Bunlar temel ilmihal kitaplarına girer. Bu yapılırken
Hz. Hatice’nin iş kadını olması, Hz. Aişe’nin siyasetçi ve ordu komutanı
olması, Muaviye’nin anası Hind’in kadın hareketinin ve buna bağlı muhalefetin
liderliğini yapması göz ardı edilir. Ancak şehir yaşamı, sanayi kapitalizminin
üretim biçimi kadının da okuyup iş hayatında yer bulmasını zorunlu kılar. O
zaman dindar adam ne yapacaktır? Ya tarım toplumunun yaşam tarzını kapitalist
toplumda devam ettirecek ve maddi olarak çok zahmetli bir hayatı tercih
edecektir, ya da dini (olduğunu zannettiği ama dünyevî olan) hükümleri göz ardı
edecektir. Bu da haliyle psikolojik travma ve manevi buhran yaratacaktır. Ya
toplumsal sonuçları? Bakalım…
DİN TOPLUMSAL DAYANIŞMAYI MI, TOPLUMSAL
AYRIŞMAYI MI DESTEKLER?
Sanayileşmiş
şehir toplumunda kapalı kasaba yaşam tarzının dikiş tutmayacağı açıktır. Milli
devletin getirdiği bir zorunluluk olarak ilk ve orta öğretimde zorunlu eğitim,
cinsiyet eşitliği, kadının iş hayatında yer alması, bunun sonucunda çekirdek
ailenin ortaya çıkması kapalı kasaba yaşam tarzının sonunu getirir. Ancak bu
grupların önderleri kolay pes etmezler. Şehirlere göç eden kasaba kökenli
insanların hayata kendi emekleriyle tutunması öteden beri belledikleri yaşam
tarzlarından vaz geçmelerini gerektirir. Ya bu hayat tarzından vaz geçmeden
hayata tutunma imkânı onlara verilirse? Buna büyük çoğunluğu balıklama atlar.
İşte Türkiye’deki kimi kapalı cemaat grupları, Hristiyan Amish ve Mormonlar,
Musevi Hasidikler bir cemaatin koruyucu şemsiyesi altında sanayileşmiş şehir
toplumunda hayatta kalma garantisini bu insanlara sağlıyorlar. Karşılığında bu
cemaatlerin şirketleri için ucuz iş gücü, cemaatlerin desteklediği siyasetçiler
için oy deposu, cemaat liderleri için hızla artan servet ve siyasi güç temin edilmektedir.
Bu cemaatler çok sıkı bir disiplin ve günün gerçeklerine uymayan bir biat
anlayışı ile yaşamlarını devam ettirirler. Kapalı topluluklar gettolaşır ve
kendilerini genel toplumdan ayrıştırırlar.
Geçen yazıda
bahsettiğim gibi dayanışma ve karşılıksız yardım dindar insanın alamet-i
farikasıdır. Bu gruplarda dayanışma ancak kendi aralarındadır. Kendilerinden
olmayanlara yardım edilmez. Karşılıksız yardım değil iş ve aş karşılığında
mutlak itaat beklenir. Bu gruplar içerisinde mevcut toplumsal şartların zorunlu
kıldığı bireysel özgürlükler olamaz. Bireysel özgürlüğünü talep edenler
gruptan, dolayısıyla grubun desteğinden dışlanır. Böyle olunca her bir kapalı
grup kendini genel toplumdan farklılaştırır, adeta rahmetli Şerif Mardin’in
dediği gibi kendi mahallelerine kapanırlar. Temeli dayanışma olan bir dinin
dindarlık anlayışı bu şekilde toplumsal ayrışmaya sebep olur.
KAPALI CEMAAT YAPILARI ERDEMLİ İNSANLARI
MI HEDEFLER?
Başa dönersek
bugün her din ve ülkede görülen dindarlık örnekleri ne o dinin temeli olan
dayanışma ve yardımlaşmayı ne de ahlâkî olarak öne sürdükleri manevi aydınlanma
ve bireysel özgürlüğü desteklemektedir. Aksine ayrışmayı ve bölünmeyi
fitillemektedirler. Bu manada günümüzde ortaya çıkan dindarlık örnekleri
erdemli insan örneği olarak gösterilemezler. Yaptıkları iş şeklen dine uygun
olsa da mânen dinin temel emirlerinin ihlâl edilmesidir. Bu yüzden bu kapalı
cemaat yapılarının insanlarını birer muttaki – erdemli insan kılmayı
hedeflediklerini söyleyemeyiz.
Devam edeceğiz…