DİNDARLIĞIN EKONOMİ POLİTİĞİ - I
DİNDARLIK NEDİR?
Dindarlık, dini
adanmışlığı veya maneviyatı içerebilen bir erdemdir. Çoğu dindarlık anlayışının
ortak unsuru “ilâhi olana duyulan” saygı borcudur. Dini bir bağlamda dindarlık,
ülkeler ve kültürler arasında farklılık gösterebilen dindar faaliyetler veya
bağlılıklarla ifade edilebilir.
Dindarlık bir
erdem ise erdem nedir? Erdem veya fazilet bireylerin sahip olabileceği ahlaki,
sosyal veya entelektüel boyutlarda bir mükemmellik özelliğidir. Erdemin
geliştirilmesi "insanlığın iyiliği" olarak kabul edilir ve bu nedenle
yaşamın nihai amacı veya varlığın temel ilkesi olarak değerlendirilir. İnsanın
pratik etiğinde erdem, yüksek ahlaki standartlar göstermeyi başaran eylemleri
seçme eğilimidir: belirli bir çaba alanında doğru olanı yapmak ve yanlış
olandan kaçınmak, bunu yapmak faydacı bir bakış açısıyla gereksiz olsa bile…
Birisi doğru olanı yapmaktan zevk aldığında, zor ya da başlangıçta hoş olmayan
bir şey olsa bile, erdemi bir alışkanlık haline getirebilir. Böyle bir kişinin,
böyle bir eğilimi geliştirmiş olması nedeniyle erdemli olduğu söylenir. Erdemin
zıddı kötülüktür ve kötü niyetli kişi, kendi zararına olan alışkanlık haline
gelmiş kötülüklerden zevk alır.
İSLÂM DİNİNDE DİNDARLIK, ERDEMLİLİK VE
MUTTAKİLİK
Bu anlamda
dindarlık bir dinin kurallarına riayet ve dinin öğretisine adanmışlık, ilahi
iradeye teslimiyeti de içeren dini bir erdemdir. Her dinde dindarlığı
tanımlayan o dinin öğretisi, kuralları ve ilahi varlık hakkındaki
tasavvurlardır. İslâm dininde dindarlığın bir erdem olarak tanımı Kur’an-ı
Kerim’de geçen ayetlerle belirtilir. Bakara Sûresi 1-5’inci Ayetlerin Meali
şöyledir:
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla… Elif Lâm Mim. İşte bu üzerinde hiç şüphe olmayan
Kitaptır. Müttakilere (Erdem sahiplerine) bir hidayettir. Onlar (o müttakiler)
gayba iman eder, salâtı (birinci anlamı namaz, ikinci anlamı dayanışma)
dosdoğru yerine getirir ve sahip oldukları (para, bilgi ve iktidar) ile infâk
ederler (onları ihtiyaç sahipleri ile paylaşırlar). Onlar sana indirilene
(Kur’an-ı Kerim) ve senden öncekilere indirilenlere (diğer Peygamberlere
indirilen Kitap ve suhuflar) ve ahiret gününe (ölümden sonra diriliş ve yeni
bir hayata) şeksiz ve şüphesiz iman ederler. İşte bunlar (bu erdemliler)
Rablerinden bir hidayet (manevi aydınlanma) üzere olanlar ve kurtuluşa
erenlerdir.”
Yine Kur’an’da
birçok yerde geçen ve mü’minlerin (Allah’a güvenerek inananların) temel düsturu
olarak zikredilen ifade de şudur: “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker //
iyilikleri emretmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak”
Bu durumda
İslâmî anlamda erdem sahibi olanları (yani muttakileri) Allah iki düzlemde
tanımlıyor: iman ve eylem boyutları. Bu özelliklere sahip olanlar Rablerinden
gelen bir hidayete (yani manevî aydınlanmaya) ve (bu dünya ve öte dünyada)
kurtuluşa erenlerdir.
İman boyutu
Gayba, Kitaplara ve Ahiret Gününe imandır. Gayb yani bilinmeyen kavramı başta
Allah’ın Zât-ı şerifi olmak üzere, ondan bir hazine olan Ruha, Allah’ın
hizmetkârı olarak yaratılmış Meleklere, Allah’ın bizim bilgimizin ötesinde bir
yöntemle indirdiği vahye ve bilmeyeceğimiz, gözlemle kesin olarak emin
olamayacağımız geleceğe (yani kadere) işaret eder. Zaten iman kelime manâsı
olarak “Allah’a güvenerek inanmak” demektir.
Eylem boyutu
ise hem Allah’a temel ibadet olan namazın edâ edilmesi hem de erdem
sahiplerinin birbiriyle dayanışması anlamına gelen salâtı, ihtiyaç sahipleri
ile sahip olduklarımızı paylaşmamızı, iyilikleri emretmemiz ve kötülüklerden
uzaklaştırmamız anlamına gelen “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker”
kavramını içerir. İyilikleri emretmekle kasıt Allah’ın emrettiği ve
Peygamberi’nin eylemleriyle bize öğrettiği güzel ahlâka dayalı bir yaşam sahibi
olarak insanlara örnek olmak, kötülüklerden sakındırmak ise başta ailemiz ve
çevremiz olmak üzere Allah’ın kötü davranış olarak tanımladığı eylemlerden uzak
durmak ve adaletsizliğe, cehalete, köleleştirmeye, sömürüye, iki yüzlülük ve
yalancılığa, yani topyekün zulme karşı duruş sergilemek anlamına gelir.
İnsanlar
erdemli bir hayatı ilk önce kendileri yaşamalı ve çevresine örnek olmalıdır.
Kendilerinde iyi hasletler olmayan ve yine kendilerini kötü hasletlerden
temizlemeyen insanların iktidar veya para gücüyle diğer insanlara zorla bir
yaşam tarzı dayatması Allah’ın ve Peygamberi’nin maksadı olamaz. Bunu ben
söylemiyorum, Allah söylüyor. Bakara Sûresi 256’ıncı Ayet mealen şu anlama
gelir:
“Dinde zorlama
(baskı-tiksindirme) yoktur. Rüşd (yani doğru ve güzel olan) gayy’den (çirkinlik
ve sapıklıktan) net bir biçimde ayrılmıştır. Her kim tağutu / tağutları
reddeder Allah'a iman ederse (güvenerek inanırsa) hiç kuşkusuz sapasağlam bir
kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla
işiten, en iyi biçimde bilendir.”
TAĞUT YANİ BASKI VE ZULÜM DÜZENLERİ
Yani her insan
önce kendisini hesaba çekmeli, eylemlerini düzeltmeli, bundan sonra çevresine
ve başkalarına güzel örnek olmalıdır. İnsanlara iyiliği zorla değil sevdirerek
benimsetmelidir. Ayette geçen tağut kavramı bunun için çok önemlidir.
İsterseniz tağut nedir bir bilene soralım:
TDV İslâm
Ansiklopedisi’nden Metin Yurdagür Hoca’nın kaleminden Tağut Maddesinden
alıntıdır:
“Sözlükte
“azmak, sınırı aşmak” anlamındaki tuğvân (tuğyân) kökünden türeyen bir
isim/sıfat olup müfred-cemi ve müzekker-müennesi aynı şekilde kullanılır. Asıl
mânası “aşırı derecede azgın ve mütecaviz”dir. Bundan hareketle Allah’tan başka
tapınılan ve hak yoldan saptıran her varlık, put, şeytan, kâhin ve sihirbaz
tâgūtun kapsamı içinde düşünülmüştür (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṭġv”,
“ṭġy” md.leri; Lisânü’l-ʿArab, “ṭġv”, “ṭġy” md.leri). Kur’ân-ı Kerîm’de tuğyan
kavramı otuz dokuz yerde geçer; tâgūt ismi sekiz âyette yer alır. Tâgūt
dışındaki kullanılışlarda kavram birkaç âyette suyun taşması, gözün hedefini
şaşması, terazinin dengesinden saptırılıp eksik tartması gibi anlamlarda
kullanılır, diğerlerinde dinî ve ahlâkî alanlardaki aşırılıklar, sapkınlıklar,
zulüm ve tecavüzler çerçevesinde geçer. Beş âyette bu kavramla Firavun’un
azgınlığına atıf yapılır, dört âyette tuğyân ile küfür birbirinin tamamlayıcısı
konumunda zikredilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṭġy” md.). … Nahl sûresinde
geçen âyette (16/36) her ümmete bir peygamber gönderildiği, bunların temel
hedeflerinin insanlara tâgūttan uzak durup sadece Allah’a kullukta bulunmayı
telkin etmekten ibaret olduğu belirtilir. Zümer sûresindeki âyetlerde ise
(39/15-17) Allah’tan başkasına kulluk edenlerin hem kendilerini hem etkileri
altında kalan kişileri hüsrana sevkettikleri bildirildikten sonra puta (tâgūt)
tapmaktan sakınıp yalnız Allah’a yönelenlerin ebedî mutluluğa ereceği haber
verilir.”
Buradan
hareketle Firavun ve benzerlerinin kurduğu özgürlüğün olmadığı baskı rejimleri
veya çeşitli grupların mensupları üzerinde kurduğu zorbalığa ve baskıya dayalı
sömürü düzenleri Allah’ın yasakladığı “tağut” tanımı içine girer. Bakara Sûresi
256’ıncı Ayet’te net olarak erdemli insanların baskı ve zulüm rejimlerine karşı
çıkması gerektiği bildirilmiştir. O takdirde herhangi bir kişi veya kurumun
“iyiliği yaymak için” para ve iktidar gücünü kullanması tağutlukla aynı kapıya
çıkar.
Buradan devam
edeceğiz.