Kendi gerçekliğinden kaçanlar ülkesi
Kendi gerçekliğinden kaçma; bir anlamıyla yüzleşme korkusu dediğimiz şey. Bir bakıma var olan bir gerçeğin ertelenmesidir. İç dünyanın bir yerlerinde duran bu olgu ile yüzleşmek, bundan sonuç çıkarmak, çıkardığı sonuçları kabullenmek ve bununla birlikte yaşamaya çalışmak, hatta ders almak,hem toplumsal kültürümüzde yoktur, hem de tek tek bireylerin yaşantılarında pek görmeye alışık olduğumuz bir yaşama tutumu değildir.
Aileden başlayarak, içinde büyüyüp geliştiği toplumsal dokunun hiçbir katmanında öğrenmesine de fırsat tanınmaz. Bu nedenle, kendi gerçeğini kabullenme yerine, yalanlar, bahaneler, yapay sebepler inşa ederler. Ortaya çıkacak daha fazla saklanamayan doğrular ve artık kabul edilmesi gereken gerçekler karşısında hüsrana uğrayacağını bilen “ego”, sıraladığı bahaneler manzumelerinden, kendini koruyacak bir “çelikten bir zırh” inşa eder, bu zırhın sahte sağlamlığına yaslanarak bu sorunlu yanını sürdürmeye çalışır.
Toplumca da önemsetilen “ego”yu her daim dik tutacak, altı boş cepheden görünüşünü koruyacak bu zırh ; çevresinde ve toplum katında ortak kabul görecek bir görüntü bir “imaj”dır. Yaşamında irili ufaklı her “depremde” ilk kurtarılmaya çalışılan da ne yazık ki budur.
Yüzleşme korkusunun sosyolojik bir kimliğe dönüştüğü toplumların bireylerinde, çocukluktan başlayarak köklü bir inkâr yeteneği gelişir. Erişkin yaşlara gelindiğinde, kişiliğin adeta temel bir parçası haline gelen bu “yetenek”, kişinin hayatla olan bütün ilişkisini temel bir ikiyüzlülük, yok sayma, gözardı etme üzerine inşa etmesine ve algısında gerçeklik çarpıtmasına neden olur.
Bu kimlikler geçmişlerinde her anlamada pekte makbul olmayan şeyleri yaptıklarından olsa gerek, iletişim kurdukları herkeste kendi iç dünyalarında olan olumsuz bir şeyler ararlar.
Özeleştiri ya da başka bir yolla bunu dışa vuracaklarına, suçluluk psikozundan olsa gerek; tıpkı kendilerinin yaptığına benzer rezillikleri, sanki kendileri onlardan çok farklı bir şey yapmış gibi, yapanları da çok acımasızca eleştirip ifşa ve linç etmekten zevk alırlar. Hep en iyi savunma saldırmaktır refleksi ile hareket ederler.
Bu gibi arızalı kimliklerle hemen hemen herkesin yaşamının bir döneminde yolu kesişse de, bunun çokta ehemmiyeti yoktur. En fazla iletişiminizi keserek meseleyi halletmiş olursunuz. Ancak ülkeyi yukarıdan aşağıya her kademede yönetenlerin büyük ölçüde bu berbat sarmalın içinde olanlardan oluşması, ciddi bir sorunlar yaratıyor!
Bir ülke düşünün ki ; özellikle belli tarihten sonra ordusunu, yargısını, emniyetini, istihbaratını, kısaca devlet denen bin yıllık gelenekten dem vururken; Karl Marx’ın değimi ile özünde “Egemen sınıfların baskı aracı” olan, yere göğe koyulamayan aygıta dair en kilit yerleri CİA kontrolünde ve başında dinci gevezelikten başka bir özelliği olmayan şarlatanın emrinde bu kadrolar yönetsin.
Bunların buraları ele geçirmesinde onlarla çıkarları gereği bilerek ve isteyerek iş tutan ar damarı çatlamışlar da toplumun gözünün içine baka baka ya inkar ederler ya da “hele bir sor niye yaptık” dercesine aslında utanç duyulacak şeyleri arsızca sıkılmadan söylemekten imtina etmezler.
Bu gibilerin en belirgin özellikleri: Riyakardırlar, her türlü ilkesizlik ve ahlaksızlık yaşam biçimleridir. En hararetli, hatta acımasızca eleştirdikleri ne varsa bilinsin ki kendi geçmişlerinde mevcuttur.Sıkıştıklarında söylemeyecekleri yalan yoktur, rahatlıkla ağlar ve duygu sömürüsü yaparlar. Paçayı kurtarmak için her türlü değeri çıkarları için rahatlıkla kullanırlar.
Bunları yaparken savunmaları daima”kendilerince” içi boş, hatta gülünç bir ulvi gerekçeye bağlarlar. Kimi zaman Ezan, bayrak, kimi zaman ülkenin bekası mavalı okurlar.
Kendi geçmişlerinde ahlaka, adaba, edebe tezat ne varsa yaptıkları için; buradan eleştirenleri de akla hayale gelmeyecek ithamlar da bulunurlar. Suçüstü olunca da sinekten yağ çıkarma misali karşıdakinin açığını ararlar. Bulamayınca da neredeyse gözünün üzerinde kaşın var diyecek kadar pervazssızlaşırlar.
Bu gibi tiplere vaktiyle Osman Bölükbaşı; Yaşama, insani ilişkilere ve siyasete dair Kainat var olduğu sürece çok güzel özlü bir söz söylemiş. “Dün sövdüklerini bugün övenler, dün övdüklerine bugün sövenler, göstermiştir ki köpek her avcı ile ava çıkar” sözünün pratiği ile karşı karşıyayız. Yaşadığımız atmosfer tam da bu ! Ancak öyle çoklar ki…hem bireysel, hem de toplumsal yaşamımızda.
.