YERLİ MALINI UNUTAN BİR TOPLUM OLDUK

Fehmi KETENCİ 19 Ağu 2024

Fehmi KETENCİ
Tüm Yazıları

Birkaç aydır kalçamdan yaşadığım bir rahatsızlık nedeniyle, haftada üç gün yazdığım köşe yazılarımı bir süre yazamamıştım. Oldukça sıkıntılı bir tedavi süreci yaşadım. Sürekli periyodik tahlillerimin olduğu doktor kontrolündeydim ve oldukça sıkıntılı bir dönemdi. Açıkçası kafamı toparlayıp yazı yazmaya tam konsantre olabilecek bir durumda değildim. O nedenle köşe yazılarımı dört-beş ay gibi oldukça uzun bir süre yazamadım. Şimdi daha iyiceyim. Tedavi sürecim daha kontrolümde, kalça kireçlenmem tedaviye cevap verir durumda. Kendimi daha iyi hissediyorum.

Bu durumda yavaş yavaş kendimi toparlayıp köşe yazılarıma devam etmek istiyorum. Konuyu genel yayın yönetmenim Okan Sarıkaya ile konuştum ve yazılarıma devam edebileceğimi söyledi. Gazeteden uzak kaldığım bu süreçte yazacak o kadar çok konu biriktirdim ki, nereden ve hangi konudan başlamalıyım diye oldukça kararsızlık yaşadım. Bu kararsızlık ortamında varolan bir genel değlendirmelerimden yola çıkarak derleyebildiğim ve biraz da geçmişte yaşadıklarımla birleştirebileceğim, şu anki durumumuzu anlatacak bir analiz ile başlamamın doğru olacağı sonucuna vardım. Anlatacaklarım, giderek kendini hissettirmeye başlayan gelişmelerin toplum üzerinden görünenlerin yansıyanları gibiydi. Uzakta kaldığım dört aylık bu süreçte değişen tek şey sorunun daha da çözümsüzlüğe gidiyor gibi görünüyor olmasıydı.

Sorun toplumun en sıkıntılı döneminin yansıması çözümsüzlüğe hapsolmuşluğunu yansıtıyor gibi olmasıydı. Yaşananlara bakınca toplumumuzun durumunu anlatmak istersek, yazacak o kadar çok şey var ki, bu ortamda genel sorun gibi gördüğüm yaşamdan kesitleri yansıtan bir genel analiz için oldukça fazla malzemem vardı elde. Bu konuda oldukça uzun bir süre önce şöyle bir başlık altında topladığım bir yazı da yazmıştım. Yıllar öceki yazımda yazdıklarımla şimdi yazmak isteyecelerim neredeyse copy- paste yapılmış gibi olacaktı ama, maalesef ki, şimdiki yazacaklarım böyleydi tamamen.

O günlerde yazdığım yazının başlığını aynen şöyleydi; “Tüketim canavarı bir toplum olmuşuz” Uzun zamandır, çeşitli nedenlerle neredeyse hiç üretmiyoruz, üretemiyoruz. Veya üretmemize izin verilmiyor, üretmemiz kolaylaştırılmıyor, kısıtlanıyor. Bir anlamda; hazıra konmak, kolayı tercih etmek alışkanlığımız kronikleşti, kolayı tercih çok daha işimize geliyor. Veya bu kolaycılık şartlarına uyuma alıştırılıyoruz..Tam anlamıyla kolaycı, üretmeden iyice uzaklaşan bir toplum olduk çıktık. Bu arada, tüm bunların yanı sıra; bir başka kötü alışkanlğımız da had safhada. Bir zamanlar yerli üreticilerimiz tarafından üretilen yerli mallarımızın son zamanlarda ithal ürün benzerlerinin tam olarak gölgesine hapsedilmiş durumda oduğunu görebiliyoruz. Üreticimizin ülke markası olan yerli ürünlerimizin ithalata yenik düştüğünü üzülerek görebiliyoruz.

Tam anlamıyla bir yabancı hayranlığına esir düştük. Yabancı markalar vazgeçilmezimiz. Bu zaafımızı çok iyi anlayan yabancı marka taklitlerinin, tuzak pazarlama yöntemleri bizleri iyice baştan çıkardı. Fırsatçılar, marka taklitçileri, tabiri caizse bazı emek hırsızları ortamı boş bulunca yapabildikleri, taklit edebildikleri tüm markalarının, tabiri caizse merdiven altı üretimlerini hızla satışa sunabiliyorlar. Kaliteden vazgeçtik, sağlık için zararlı olan birçok taklit ürün veya ülkemize kaçak, illegal yollardan giren her tür malzeme, fahiş satış fiyatlarıyla hayatı zorlaştıracak ortamların oluşmasına yol açıyor. Özellikle çocuklara yönelik, oyuncaklar, kırtasiye malzemeleri; yoğun, etkileyici reklam tanıtımlarıya, çocukları hızlı etkileyen, özellikle; yiyecek, içecek ve giyecekler, çok çeşitli aksesuarlar yaşantımızın tam anlamıyla başbelaları. Artık üretmek yerine dışarıdan ithal ettiğimiz birçok yiyecek içecek, hatta meyve ve sebzeler.

Üretim toplumu olmaktan uzaklaşmamıza, tam bir tüketim canavarı olmamıza bizleri mahkum etmiş durumda. Özellikli olarak; meyve, sebze, süt ve süt ürünlerinde yarattığımız markalar artık neredeyse adlarını unutturdular, artık üretilmiyorlar veya üretilemiyorlar. Süt ve süt ürünlerinde çok önemli markalar vardı, şimdi artık neredeyse yoklar. Şu yazların en önemli sebzelerinden olan herkesin pazarlarda, marketlerde yolunu gözlediği o en çok tüketilen, meşhur Çanakkale domatesi artık neredeyse adını unutturdu, üretilemiyor oldu. Çiftçi ve köylümüzün ürettiği süt ve et ürünleri, peynirler, zeytinler artık yok. Konya ovasının altın ürünü buğdaydan, Çukurova’nın beyaz altını pamuktan neredeyse hiç söz edemiyoruz.. Bize yetecek olanı bile dışarıdan ithal ediyoruz. Nerede ürettiğimiz, patates, soğan, sarımsak, mercimek… Dünyada en büyük üreticilerinden olduğumuz, anavatanları Türkiye olan inciri ve üzümü bile çok pahalı satın alabilyoruz. Portakalı, mandalinayı ithal eder olduk neredeyse. Mandalinada efsane olan Rize mandalinasını bile yok edip unutturmayı başardık. Bu efsane mandalina Rize’de de yok denecek kadar azaldı. Bir zamanlar Rize’nin en iyi geçim kaynaklarından biriydi. Aynen çay gibi. O Rize mandalinası da artık “efsane” oldu. Çay ise neredeyse en çok tartışılan durumda. Önemli geçim kaynağı olmanın çok gerisinde kaldı. Ordu, Giresun’un “altın”ı olan fındık bir başka sorunun peşine takılmış gidiyor. Ordu- Giresun’un fındığı Almanya’dan yönetildiği söyleniyor. Ordu ve Giresun’daki fındık üreticisi çok sıkıntılı neredeyse kan ağlıyor. Sonu gelmez tüketim doyumsuzluğu tüm benliğimize hakim oldu, Tam anlamıyla kontrolden çıktık ve tam bir tüketim oburu olduk.. Serbest piyasa ekonomisiyle başlayan ve sınırsız ithalatla ülkemize girmeye başlayan ve hızla çeşitlemesi çoğalan bu ithal ürünler aklımızı başımızdan aldı. Birçok gerekli tüketim maddesinin yanı sıra, öncelikle çocuklarımızı, doğal olarak da bizleri tam bir tüketim canavarına dönüştürdü. Artık kendimizi kontrol edemiyoruz. Tüketim oburu olduk. Üretenlere destek olmak yerine ithal edenlerin önünü açtık, kontrolsüz olarak dışarıdan getirdiklerinin esiri olduk. Dünyada tanıtım için en geçerli ve etkin yöntemlerden biri reklam perspektifinin odağına çocukları etkileyecek görseller oturtulmuştur.

İkincisinde ise, kadınlar vardır. Bilinen; çocuklar ve kadınlar ekonomimizin en çok ve en kolay tüketicileridir. Bu tüketim oburluğu yeni olan bir şey değil tabii ki. Ama ekonomiye olumsuz etkisi, giderek çoğalan ve son yıllarda, neredeyse yok olan üretim çabalarımızın yarattığı olumsuzluklardır. Ben Rizeliyim. Yaz kış; süt ve süt ürünlerimizi, tereyağ ve peynirimizi, kendi beslediğimiz büyük baş hayvanlardan, yumurtamızı tavuklarımızdan, sebze ve meyvelerimizi ise bahçelerimizden temin ederdik. Bal, sebze, meyve dahil tüm ihtiyaçlarımızı neredeyse kendimiz üretir ve ona göre tüketirdik. Dillere destan Rize mandalinası ve portakalı, limonu, tüm et ve süt ürünlerimiz dahil mutfağımızdaydı, soframızda yok yoktu.

Ülkemiz; Konya ovasının buğday ambarı olarak bilinmesiyle, Çukurova’nın pamuğuyla, bölge narenciyesiyle, özellikle mandalina ve portakalıyla, dünyada bir numara olan üzümü, inciri ve nitelikli zeytiniyle, Bursa ve Hatay ipek böcekçiliği ve dünyanın en kaliteli ipek üretimi ile, Doğu ve Güneydoğu büyük ve küçükbaş hayvancılığı ve efsane olan Çanakkale domatesi ile, mevsimlik tüm sebze, meyve çeşitleriyle ve orta Karadenizin patates, soğan ve sarımsak gibi ana tüketim maddelerimizle ve birçoğu bilinen, kendimize yettiği gibi ihraç edebilen bir ülkeydik, o zamanlar ürettiğimiz kadarını tüketmeye alışkındık. Şimdi ne oldu da böyle olduk. Sarımsağı soğanı ve patatesi ithal eder olduk. Tüm yukarıda saydıklarımız birçok ürünün çoğunu ithal eden, tam anlamıyla tüketim oburu olan bir ülke olduk. Bu konuda yazacak daha çok şeyimiz var Eğri oturup doğru düşünelim, konuşalım. Ve çözümünü bulalım. Ve tabii ki öncelikle çözüm bulmak görevi olanlar bu tüketim alışkanlığımızı engellesinler, üretenlerimizin giderek kronikleşen, çığ gibi büyüyen bıkkınlığına çözüm bulunsun.