EĞİTİM: ÖĞRENMENİN ÖNÜNDE ENGEL (Mİ?)

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Adında "millî" kelimesi olan iki bakanlığımız var: Millî Savunma Bakanlığı ve Millî Eğitim Bakanlığı. Aslına bakılırsa Millî Eğitim Bakanlığımız da bir tür "savunma" işlevine sâhip. Boşuna "eğitim ordusu" demiyoruz. Millî Eğitim Bakanlığımız, Tâlim ve Terbiye Kurulu başta olmak üzere, evlatlarımızı her türlü ihtiyâca karşı donanımlı hâle getirmek çalışıyor, didiniyor. Millî Eğitim Bakanlığımız, on yedi bakanlık arasında en çok dikkat edilen, en çok eleştirilen, "kimseye yaranamayan", faaliyetleri "en zor beğenilen" bakanlık olarak açık ara önde.

Ancak tüm bu önem ve haklı itibârına rağmen, eğitim sistemimizdeki yanlışlıklar sebebiyle, “eğitim” ve “okul” kavramları bir araya gelince, birleştirilince patlayan iki kimyasal madde gibi, tâtil olunca sevinilen bir yapı ve süreç ortaya çıkıyor.

Okula başlamak için “büyümek isteyen” çocuklar, nasıl beceriyorsak, ilkokul ikinci sınıfta okuldan nefret etmeye başlıyor. Karnı ağrıyan, midesi bulanan, sabah okula gitmemek için türlü mâzeretler uyduran çocuklar, hiçbirimize yabancı değildir.

Bu durum liseden mezun olunca bitmiyor. Yâni sorun, sâdece Millî Eğitim Bakanlığı’nın sorunu değil. Aynı sorunlar, üniversitede devam ediyor. “İyi bir iş” için girilen, kazanmak için kurslardan özel öğretmenlere gidildiği, bâzı anne-babaların çocuğun dikkati dağılmasın diye eve misâfir kabul etmemesine sebep olan en az bir yılın harcandığı üniversitelerdeki “son dört yıl” da pek iç açıcı değil. Devam mecburiyeti olmayan veya devamsızlık yoklaması yapılmayan derslere katılımın yüzde onlara kadar düştüğü üniversiteler, bir “diploma fabrikası” hâline gelmiş durumda. Yâni ilk on iki yıl Millî Eğitim Bakanlığı ve sonrasındaki dört yıl YÖK, hedef tahtası olmaktan kurtulamıyor.

Öğrenim sâdece okulda mı?

Eğitim âilede başlar, diye bir sözü tekrarlayıp duruyoruz. Ama çocukları dünyâya getiren anne-babalarının hiçbir dahli olmayan bir sistemin içine alıyoruz. Sınıf mevcutları son yıllardaki yatırımlarla altmışlardan otuzlara hatta yirmilere düşse bile, anneler tek bir çocukla “başa çıkma” sorunu yaşarken, öğretmenlerimiz yüzlerce çocukla uğraşıyor.

İlkokulda “iyi bir ortaokul” için, ortaokulda “iyi bir lise” için, lise de “iyi bir üniversite” için gidilen okullarda verilen eğitim, âdeta öğrenmenin önünde bir engel gibi.

Öğrenmeyi âileden, sokaktan, çevreden alıp sâdece okula verince, sâdece bir sonraki “iyi” okula gitmek için gerekli puanların alındığı sınavlar, öğrencilerin kâbusu oluyor.

Yoksa “öğrenci” yerine “sınavcı” mı desek?! Çünkü “öğrenci” denilenler, bir sonraki “iyi” okul için eğitilen ve o okulların sınavlarına giren bireylere dönüşüyor.

Böylece “öğrenmek” isteyen çocuklar, “yüksek puan” almak için eğitilen “sınavcı” oluyorlar. Rakiplerini geçmek için sürekli antreman yapan sporcuların bile daha renkli sosyal hayatları oluyor.

Eğitim sistemimiz bütün öğretme işini üstüne alınca, çocuklarımız ne anne-babalarından, ne arkadaşlarından, ne büyüklerinden bir şey öğrenmeyecek duruma geliyorlar. Şu sözü hepimiz duymuşuzdur: “Senden mi öğreneceğim?!”

Bâri üniversitede “öğreneyim”

Ülkemizin en yüksek puanlarla öğrenci alan üniversitelerindeki öğrencilerin büyük bir bölümü, aldıkları derslerin ödevlerinden, raporlarından, vizelerinden, finallerinden “zaman kalmadığı” için “yeni bir şey öğrenememek”ten yakınıyor. “Mezun olunca ne istersen onu öğrenirsin ama şimdi derslerini hâllet” denilen öğrenciler, “yıllardır aynı lafı duyuyoruz” diyorlar.  

Üniversiteden sonra “işsiz kalma” ihtimâlini bile ikinci plâna iten öğrenciler, öğrenme arzularını tatmin edememekten muzdarip. 

Baba evindeki baskıya isyan edince, “evlenince ne yaparsan yap” diye teselli edilen kız çocuğundan hâllice bir durumda olan gençlerimizi sayısı hiç de az değil. Üniversiteyi “bilim yuvası” olarak görüp “öğrenmek için” akademisyen olmak isteyenlerin sayısı da bir hayli fazla.

Okulların ve eğitimin imâjı

Acaba çocuklarımızın bu öğrenme isteklerini ilkokul birinci sınıftan itibâren tatmin ederek, bir sonraki okul ve en son olarak da üniversiteler üzerindeki yükü azaltmak için çâreler arama zamânı gelmedi mi?

Öğretmenlik gibi kutsal bir mesleği “Eğitim fakültesi oku, hiçbir şey olamazsan öğretmen olursun” sözüyle itibarsızlaştırılan, sanki hiçbir şey olamayanların yaptığı bir meslek olmaktan kurtarmak için “köprüden önce son çıkış” uyarısıyla burun buruna değil miyiz?

Hayatlarının en hareketli on iki yılının her senesinin yüz seksen gününü, “ders zili” ile girilip çıkılan binâlarda tutulan, “zorunlu eğitim” uygulaması ile “okul” deyince tüyleri diken diken olan çocuklarımıza davranış şeklimizi, onlara geleceğimizi devretmeden önce, değiştirmeyi ciddi olarak düşünmemiz gerekmiyor mu?

Sosyal medya bulduğu en küçük boşluktan, en ufak çatlaktan girip hiçbir filtre olmadan her şeyi “öğretirken”, üniversiteler dâhil tüm seviyedeki okullarımızın çocuklarımızın gözündeki imajını düzeltmemek için mâzeretimiz kalmadı. Çalışmayan belediye başkanının seçmenden oy isteme hakkı olmadığı ve oy istese bile bunu başaramadığı gibi, okullarımızı da sosyal medya ile rekabet edebilecek hâle getirmek için, eğitimin öğrenme önünde engel olma çarpıklığını düzeltmeliyiz. Bu süreç evrimsel iyileşme tarzında olmazsa, devrimsel ve yıkıcı tarza olacağını da kulağımıza küpe yapmalıyız.